Author: -a. (Page 2 of 6)

David Lynch Dubbed

lynch mi tavuktan tavuk mu lynchden?

lynch mi tavuktan tavuk mu lynch'den?

Daha önceden David Lynch’in Transandantal Meditasyon üzerine lakırdılarına değinmiştim, tam burada, işleri ertelemek uğruna müzik arşivini düzenlerken de Jahtarian Dubbers isimli 12”liğe rastladım, dört şarkılık bu plağın dördüncüsünde de şu vardı, ona ek olsun:

Rootah – Holy Mount Part 2

Efsane (Borges)

Kabil(Cain) ve Habil(Abel) Habil’in ölümünden sonra birbirlerine rast geldiler. Çölü geçerken, her ikisi de çok uzun oldukları için, birbirlerini tanıdılar. İki kardeş yere oturdular, ateş yaktılar ve yediler. Alacakaranlık çökerken yorgun insanların yaptıkları gibi sessizce oturdular. Gökyüzünden bir yıldız parıldadı fakat henüz adı konmamıştı. Ateşin ışığında Kabil Habil’in alnının taşın izini taşıdığını gördü ve elindeki ağzına götürmek üzere olduğu ekmeği bırakıp kardeşinden kendisini bağışlamasını istedi.

“Beni öldüren sen miydin; yoksa ben mi seni öldürmüştüm?” diye cevap verdi Habil. “Hatırlamıyorum artık, buradayız şimdi, beraber, eskisi gibi.”

“Artık beni gerçekten bağışladığını biliyorum” dedi Habil, “çünkü bağışlamak unutmaktır. Ben de unutmaya çalışacağım”

“Evet” dedi Habil yavaşça. “Pişmanlık sürdüğü müddetçe, suç kalır.”

***

Borges’in 1969 yılında yayımladığı şiir ve kısa öykülerinden oluşan Elogio de la sombra kitabından. Ben İngilizce’den çevirdim, Andrew Hurley’nin Collected Fictions çevirisinden. Hurley kitabın ismini Karanlığa Övgü anlamına gelen In Praise of Darkness diye çevirmiş,  “eulogy” diye neden çevirmemiş anlayamadım. “Sombra” ise İspanyolca’da hem gölge hem de karanlık demek, bunu nerede okumuştum hatırlamıyorum ama kontrol ettim öyleymiş. Bunlar bir yana Borges ne kadar kötü olursa olsun asla çeviride gücünden çok bir şey kaybetmeyen bir yazar, ki kendisi de çeviriyi yenidenyazım olarak yaftalayanlardan (bkz: Homer’in versiyonları, 1001 gece masallarının çevirmenleri denemeleri).

Bu dönem Borges’in The Ethnographer isimli bir öyküsüyle haşır neşir olmak durumunda kalınca, külliyata gene bir göz attım, bu da benim üzerine yazdığım şeylerle en ilintili olanlardan biriydi, sevdiğim ve de Türkçe çevirisinin olup olmadığından emin olamadığım için karşınızda. Ethnographer öyküsü de, gene aynı kitaptan ve geçen ay, mayıs, çıkan Kitap-lık dergisinde Borges dosyası sebebiyle çevirisi var. Borges kitapları ise İletişim’de kelepir olarak mevcut, okumadıysanız şiddetle tavsiye ediyorum.

Öykünün tadını çıkarabilmek için ise bilmiyorsanız Habil&Kabil olayına bir bakılması gerek, buralardan [1]&[2] buyrunuz.

Hrant Dink Caddesi?

Ölünen/öldürülen yerde “yaşatılacak” olmak fikrini ilk başta yadırgıyorsam bile, tarihyazımına ciddi bir muhalefet getireceği için bile dikkate değer. Bahsettiğim şu, Sevan Nişanyan’ın iki haziran tarihli yazısında getirdiği bir öneri bu – Halaskârgazi Caddesi’nin adının Hrant Dink Caddesi olarak değiştirilmesi.

Şişli Caddesi’nin isminin Halaskârgazi Caddesi’ne dönüşümü bir istisnâ olmaktan uzak ve kesintisiz olarak Atatürk’le ilintili. Yazıda da belirtildiği gibi, ünvanlar konusu biraz şaşırtıcı; Halaskâr Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün sadece ortadaki ismiyle doğmuş olması düşündürücü, eklemlenmeleri yönüne bakınca da bir eklektizm iyice belirginleşiyor gibi, Nişanyan’ın da belirttiği gibi ikili referans dikkat çekiyor (hele hele gâzi kelimesinin gâza kelimesiyle ilişkisini öğrendikten sonra [1]). Bir de Atatürk’ün soyadı kanunu çıktıktan sonra Öz olarak soyadını alması ancak beş ay sonra TBMM’nin kendisine Atatürk soyadının verildiğini not düşmek gerek [2]. Bu konuyu kapatmadan iki şey söylemem sanırım yerinde olur, ilk olarak eklektizm vs. genel olarak yaptığım bir eleştiriden çok bir tespit, bu dönemin genel çerçevesiyle ilgili; ikinci olarak ben Atatürk’ten nefret eden biri değilim, mesela Sevan Nişanyan’ın aksine, gene ilk noktayla bağlı olarak Atatürk soyadı da gene o kavramsal-tarihsel çerçeve içerisinde bir anlama sahip, çıkıp Hasan Mezarcılık yapmıyorum. Sadece Atatürk soyadı ve Türk Tarih Tezi ne kadar örtüşüyor bunu bir düşünmek gerek, özellikle Türk Tarih Tezi’nin Soyadı Kanunu’ndan önce çıktığını düşününce, yani nasıl oluyor da zamanın başından beri var olan Türklerin “ata”sı şimdiki zamanda var; gene bu bağlamda Öz soyadı da gene aynı yere işaret ediyor[3].

Son olarak “yer değiştirmeler” konusuna geri dönersek böyle bir değişimin olabileceğini asla kafamda canlandıramıyorum, hele ki civâr semtler Cumhuriyet sonrası derin bir yeniden isimlendirme operasyonuna uğramışken (Tatavla-Kurtuluş ve etraf sokak isimleri mesela[4]), gâlip psikolojisine aykırı (buradan Özlem’le yaşadığımız “seviyeli ve sıcak” Fetih-İstilâ tartışmasını, hayır ben Fetih kelimesini savundum, saygıyla anıyorum).

***

[1]Redhouse sözlüğünün 1968 baskısında gâzi kelimesi şöyle aktarılmış “1. one who fights on behalf of Islam, champion of Islam; hist. frontier raider into a non-Muslim country [bu anlamıyla Halil Berktay’ın geçen gün Bardakçı tarafından yerin dibine sokulan “Türkler İstiklâl Harbi’nde Anadolu’yu yeniden fethettiler tezi belli bir anlam içeriyor] 2. ghazi (title given to generals for outstanding exploits) w. cap. Atatürk. 3. war weteran. 4. hist. Ottoman gold coin of 20 piasters.

[2]

Kanun Numarası : 2587
Kabul Tarihi : 24/11/1934
Yayımlandığı RGazete : Tarih: 27/11/1934, Sayı: 2865
Yayımlandığı Düstur : Tertip: 3, Cilt: 16, Sayfa: 4

Madde 1- KEMAL öz adlı Cümhur Reisimize ATATÜRK soy adı verilmiştir

Madde 2- Bu kanun neşri tarihinden muteberdir

Madde 3- Bu kanun Büyük Millet Meclisi tarafından icra olunur

[3] Murat Belge’nin son kitabı Genesis’te “essentialism” konusu pek derinlenilmesine olmasa bile incelenmekte.

[4] Haritalar için:

1841’den – http://www.geographicus.com/Merchant2/graphics/00000001/Istanbul-sduk-1841.html

1882’den – http://www.lib.uchicago.edu/e/su/maps/asian-cities/G7434-I8-1882-S86.html

1889’dan – http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/3/35/Istanbul_PU889.jpg

Belirtmekte fayda, ben de çok detaylı bilmiyorum ama, bir çok kelime zamanla belli fonetik kalıplara uyarak Türkçeleşmiş olabilir.

Konferanslar

Haziran’da üç tane büyük etkinlik var:

  • Reset – Dialogues on Civilizations (30 Mayıs – 6 Haziran)

http://www.resetdoc.org/EN/seminars-program-09.php

Ben muhtemelen 4 Haziran’da Marc Nichanian’a gideceğim.

  • Kojin Karatani (3 Haziran) Bayağı gidilinesi, Kant ve Marx’ın çapraz okumasını yaptığı Transcritique şahaneydi, Fredric Jameson tavsiyeli.

  • Bir de detayları henüz belli olmayan MonoKL‘un düzenlediği Lacan kongresi var, detayları belli olunca onu da güncellerim (Mladen Dolar Zizek’le Opera’s Second Death‘i yazmıştı, Sloven Lacan ekolünden)

Yamyam Şövalyeler #2

 

knightTesadüf bu ya, bugün de Amin Maalouf’un The Crusades through Arab Eyes kitabını okurken, tarihî olaylara ve daha detaylı tasvirlere rastladım. İlk olarak, sayfa yirmi dokuzdan Antakya kalesinin 1097 yılında kuşatan Frenklerin Selçuklu emirinin yolladığı casuslarına verdikleri ceza:

“The emir’s agents had occasion to watch them kill a man, roast him on a spit, and eat his flesh, while shouting that any spy who was discovered would suffer a similar fate”

Kitabın üçüncü bölümü ise(The Cannibals of Ma’arra)  direkt çok daha karanlık olaylar dizisine ayrılmış:

In Ma’arra our troops boiled pagan adults in cooking-pots; they impaled children on spits and devoured them grilled. The inhabitants of towns and villages near Ma’arra would never read this confession by the Frankish chronicler Radulph of Caen, but they would never forget what they had seen and heard. […] The Turks would never forget the cannibalism of the Occidentals. Throughout their epic literature, the Franj are invariably described as anthropophagi. Was this view of the Franj unjust? Did the Western invaders devour the inhabitants of the martyred city simply in order to survive? Their commanders said so in an official letter to the pope the following year: A terrible famine racked the army in Ma’arra, and placed it in the cruel necessity of feeding itself upon the bodies of the Saracens. But the explanation seems unconvincing, for the inhabitants of the Ma’arra region witnessed behaviour during that sinister winter that could not be accounted for by hunger. They saw, for example, fanatical Franj, the Tafurs, roam through the countryside openly proclaiming that they would chew the flesh of the Saracens and gathering around their nocturnal camp-fires to devour their prey. Were they cannibals out of necessity? Or out of fanaticism? It all seems unreal, and yet the evidence is overwhelming, not only in the facts described, but also in the morbid atmosphere it reflects. In this respect, one sentence by the Frankish chronicler Albert of Aix, who took part in the battle of Ma’arra, remains unequalled in its horror: Not only did our troops not shrink from eating dead Turks and Saracens; they also ate dogs!”

Thetriumphofdeath

Resimler elbette çok sonralardan ilki Dürer’den ikinci ise Bruegel’den. Tahmin edebileceğiniz üzere konuyla da, Haçlı Seferleri diyelim,  alakaları yok, ben sadece çağrışımları üzerinden koydum. Son olarak bunları yazma sebebim Avrupalıları kötüleyip, Türkleri/Müslümanları bir mazlumluk aurasına bezemek değil, aman bir yanlış anlaşılma olmasın.

 

Yamyam Şövalyeler

Uykum gelmeyince Edward Said’in Culture and Imperialism kitabına başlamam hata oldu. Hele de tarihyazımının seçiciliğinden bahsedilirken şu parantez içerisindeki kısacık pasajı görünce:

“One also recalls that only in the nineteenth century did European historians of the Crusades begin not to allude to the practice of cannibalism among the Frankish knights, even though eating human flesh is mentioned unashamedly in contemporary Crusader chronicles”

Eh bundan sonra, Død snø adında Norveçli gençler kayak tatiline gittiklerinde Nazi Zombilerle mücadeleye girmelerini anlatan leş korku filmi pek de tuhaf gelmiyor.

Susuz Yaz (Erksan, 1964)

World Cinema Foundation 2007 yılında Cannes’da temelleri atılmış, Martin Scorcese başkanlığında Fatih Akın, Fatih Akin, Guillermo Del Toro, Stephen Frears, Alejandro Gonzales Inarritu, Abbas Kiarostami, Ermanno Olmi, Walter Salles, Abderrahmane Sissako,  Wim Wenders, Wong Kar Wai gibi diğer şahane yönetmenlerin de danışma kurulunda olduğu kâr amacı gütmeyen bir kuruluş; amacı da gözden uzak kalmış filmlerin korunması ve restorasyonu. Bu yıl ki Cannes Film Festivali’nde dört tane filmin restorasyonunun tamamlandığı açıklandı, filmler ise internetten ücretsiz izlenebiliyor. Filmlerden biri de Erksan’ın 1964 yapımı filmi Susuz Yaz (aynı isimde ve de aynı öyküye dayanan, bir Necati Cumalı öyküsü, bir de Yılmaz Duru versiyonu var). Film gerçekten çok güzel, eski siyah-beyaz bir Türk filmini de cazırtılar ve sigara yanıkları olmadan izlemek de tuhaf bir his. Sakın kaçırmayın (diğer 3 film ve restorasyon aşamasındaki diğer filmler için buraya bakabilirsiniz).

Hülya Koçyiğit, Ulvi Doğan (ve de Erol Taşın karanlık aurası)

Hülya Koçyiğit, Ulvi Doğan (ve de Erol Taş'ın karanlık aurası)

http://www.theauteurs.com/films/1328

Not: Siteye üyelik gerekiyor ve de film Firefox’ta açılmayabiliyor. İyi seyirler. Beleşe yasal içerik hizmetimiz devam edecek.

« Older posts Newer posts »

© 2024 Belki

Theme by Anders NorenUp ↑