Author: -a. (Page 6 of 6)

Er-Man

Erman Bey bu hafta da döktürüyor ki ne döktürüyor, ufak bir demet, tatlı bir potpuri:

“Bu entel-dantel öğretim görevlileri de sus-puslar. Bu kanuna tavır koymuyorlar. Devamlı tokat yiyorlar. Demek ki hoşlarına gidiyor.”

“Bu üst geçitlerin altındaki görüntüleri gördükten sonra aklıma şu geldi. AIDS’li bir kadınla yatan Temel’e sormuşlar, “Korkmuyor musun?” diye. “Biz hamsi yeriz bize bişey olmaz” demiş.

En güzeli en sonda, mizojini kalesine şık bir plase vuruşuyla golünü de atıyor:

Beyler, her şeyin doğalı güzeldir. Bazı hataları olsa bile.

Israr ediyorum, suni çimde futbol oynamak, şişme kadınla seks yapmaya benzer. Şişme kadını bilmiyorum ama suni çimde top oynadım. Ama çok mecbur olduğumda. Peki, “Çok mecbur kalırsan şişme kadın kullanır mısın?” diye sorarsanız. Ben de size “Olur mu böyle şey, manyak mısınız” derim.

Er-MAn

Er-Man

bana inanmıyorsanız buyrun link dedirten link

PLOrk

Princeton Laptop Orchestra bir deneysel müzik topluluğuymuş; ne de güzel ve de yaratıcı durmakta kendileri, laptop’ların hard-diskleri korumak için sahip olduğu tiltimsi teknoloji sayesinde göbeğe laptop koyup uçan kuşu duvarlara değdirmemece oyununu oynayıp kuşun pozisyonundan müzik yapmak, wiimote’la theremin gibi takılmak vb.:

http://plork.cs.princeton.edu/

buradan da bir videoları izlenebilmekte:

HEMEN TIKLA!

Erman Toroğlu’nun bilinmeyen yönleri-1

Erman Toroğlu bugünkü yazısında teknik ve nispeten kendine has ukala tarzından uzak bir yazı kaleme almış; gene de ikiyüz kelimelik bir mevzuda bile “bunun başlangıcı benim hakemliğimdir” cümlesini koyamadan duramamış -sağlık olsun. Yazı kısaca, Avrupa’nın Türkiye’den Futbol gözlemciliğine dair alabileceği teknik detaylardan bahsediyor. Herşey iyi hoş da yazının sonunda, bu adamın orjinlerine dair ufak bir ipucu olabilir mi acep? İşte yepyeni bir blogun Türk medyasını sarsacak büyük habercilik başarısı:

“Avrupalı’nın da iki gözü, iki kulağı, iki burnu var, bizim de…”

Ikea’nın kimlik bunalımı

Sevmeyenleri çok ya , ben gene de bir şekilde Ikea marka mobilyaları beğeniyorum. Herkesin alabildiği ürünler sunan, sunan da ne saçma bir kapitalist kelime “gözbağlaması”- basbayağı satan demek işte, bir marka. Herkesin alabildiği derken iki şeyi kastediyorum; ilk olarak, türlü diğer mobilyacılara nazaran, daha çok alıcıya ekonomik anlamda hîtap edebilen tabii. Bundan daha da önemlisi bir çok insan (ben, sen, biz, siz vb.) Ikea alabiliyor çünkü o evlere Ikea ürünleri sorunsuzca uyum sağlayabilir, nedeni de basit ve pratik hatta karaktersiz, bir tarzdan yoksun denilecek mobilyalar olmaları özünde herhalde. Muhtemelen asla bir bağ kurulmayacak ürünler, burada demeye çalıştığım şey şu: Evet, bir ürünle zaten üçüncü türden yakınlaşmak mekrûhtur; fakat gene de birçoğumuz çocukken oturduğu bir sandalyeyle, iki kuşaktır evleri süslendiren bir komidin gibi saçma değerler atfedilen eşyalarla belki de olmaması bir gereken yakınlık kurabilir. Ikea ise bana göre üzerine bu tarzda düşünceler üretemeyeceğimiz ürünler sunuyor (hem zaten dayanıklılık gördüğüm kadarıyla bir Ikea reklam stratejisi değil): Tek renk, düz, işlemesiz, hatta özensiz tüm bu basitlik, özellikle minimalizm demekten kaçınarak, insana çelişkili bir şekilde Ikea mobilyalar bunları, bu tip Ikea marka olmayan mobilyalar da Ikea’yı hatırlatıyor. Benim ise Ikea’yı beğenme ve sevmeme nedenim de bu; gösterişten, detaydan, eşyada hava atan unsurlardan hoşlanmamakla beraber, bu derece fabrikasyon ürünler de beni rahatsız ediyor. Bu düzendeki koca boşluğu geçelim, benim dikkatimi çeken geçen hafta New York Times gazetesinde çıkan bir haber oldu.

The Post-Materialist | Ikea Embraces Chintz

Haber, kısaca, Ikea’nın da zamane akımlarını bir ölçüde taklit eden yeni ürünlerine bakıyor.  ’80lerden sonra her şeye geri döndük, bir Art-Deco çirkinlikleri, rüküş aynalar, komidinler kalmıştı. Biz de buna benzer şeyleri, Ikea’larda olmasa da, türlü “beledizasyon” faaliyetleri ile Selçuklu mimarîsi gibi üzerinden koca koca yüzyıllar geçmiş şeyleri görebiliyoruz. Minimalizm’in sıkıcılığını anlayabiliyorum ve paylaşıyorum fakat geçmişin büyük zulümler altında gerçekleştirilen mimarî böbürlenmelerinden bize ne? Bunun en tatlı örneği de herhalde bu zulümlerin de feriştahı olan piramitlerin camdan bir kopyasını Louvre’un göbeğine tüymüşçesine dikmek olmuştur.

Gene de yazının altındaki yorumlardan biri meseleye nasıl bakılması gerektiğini güzelce gösteriyor sanırım:

“you losers eat it up like it’s some sort of turning point in history”

 

Newer posts »

© 2024 Belki

Theme by Anders NorenUp ↑