Sevmeyenleri çok ya , ben gene de bir şekilde Ikea marka mobilyaları beğeniyorum. Herkesin alabildiği ürünler sunan, sunan da ne saçma bir kapitalist kelime “gözbağlaması”- basbayağı satan demek işte, bir marka. Herkesin alabildiği derken iki şeyi kastediyorum; ilk olarak, türlü diğer mobilyacılara nazaran, daha çok alıcıya ekonomik anlamda hîtap edebilen tabii. Bundan daha da önemlisi bir çok insan (ben, sen, biz, siz vb.) Ikea alabiliyor çünkü o evlere Ikea ürünleri sorunsuzca uyum sağlayabilir, nedeni de basit ve pratik hatta karaktersiz, bir tarzdan yoksun denilecek mobilyalar olmaları özünde herhalde. Muhtemelen asla bir bağ kurulmayacak ürünler, burada demeye çalıştığım şey şu: Evet, bir ürünle zaten üçüncü türden yakınlaşmak mekrûhtur; fakat gene de birçoğumuz çocukken oturduğu bir sandalyeyle, iki kuşaktır evleri süslendiren bir komidin gibi saçma değerler atfedilen eşyalarla belki de olmaması bir gereken yakınlık kurabilir. Ikea ise bana göre üzerine bu tarzda düşünceler üretemeyeceğimiz ürünler sunuyor (hem zaten dayanıklılık gördüğüm kadarıyla bir Ikea reklam stratejisi değil): Tek renk, düz, işlemesiz, hatta özensiz tüm bu basitlik, özellikle minimalizm demekten kaçınarak, insana çelişkili bir şekilde Ikea mobilyalar bunları, bu tip Ikea marka olmayan mobilyalar da Ikea’yı hatırlatıyor. Benim ise Ikea’yı beğenme ve sevmeme nedenim de bu; gösterişten, detaydan, eşyada hava atan unsurlardan hoşlanmamakla beraber, bu derece fabrikasyon ürünler de beni rahatsız ediyor. Bu düzendeki koca boşluğu geçelim, benim dikkatimi çeken geçen hafta New York Times gazetesinde çıkan bir haber oldu.

The Post-Materialist | Ikea Embraces Chintz

Haber, kısaca, Ikea’nın da zamane akımlarını bir ölçüde taklit eden yeni ürünlerine bakıyor.  ’80lerden sonra her şeye geri döndük, bir Art-Deco çirkinlikleri, rüküş aynalar, komidinler kalmıştı. Biz de buna benzer şeyleri, Ikea’larda olmasa da, türlü “beledizasyon” faaliyetleri ile Selçuklu mimarîsi gibi üzerinden koca koca yüzyıllar geçmiş şeyleri görebiliyoruz. Minimalizm’in sıkıcılığını anlayabiliyorum ve paylaşıyorum fakat geçmişin büyük zulümler altında gerçekleştirilen mimarî böbürlenmelerinden bize ne? Bunun en tatlı örneği de herhalde bu zulümlerin de feriştahı olan piramitlerin camdan bir kopyasını Louvre’un göbeğine tüymüşçesine dikmek olmuştur.

Gene de yazının altındaki yorumlardan biri meseleye nasıl bakılması gerektiğini güzelce gösteriyor sanırım:

“you losers eat it up like it’s some sort of turning point in history”