Category: Medya (Page 1 of 2)

Zizek’e tepkiler

Haftasonunda, Radikal gazetesi iki parçadan oluşan bir Slavoj Zizek söyleşisi yayınladı. Radikal Kitap’ta kitap eleştirilerinden tanıdığımız ve de en son Zizek’in Ahir Zamanlarda Yaşarken adlı kitabını inceleyen Kaya Genç, Slovenya’daki evinde Zizek’le görüşmüş.
Birinci bölüm:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&ArticleID=1064971&Date=04.10.2011&CategoryID=82
İkinci bölüm:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&ArticleID=1065048&Date=04.10.2011&CategoryID=81

Söyleşiye iki farklı tepki var, ilki şimdiden internette çok ses getiren, bir noktaya kadar katıldığım Nuray Mert’in:
http://gundem.milliyet.com.tr/zizek-in-yeni-oryantalizmi-/gundem/gundemyazardetay/04.10.2011/1446320/default.htm

Diğeri de, “biz size demiştik, gavur söylemeden inanmıyorsunuz” minvalindeki Yusuf Kaplan’ın tepkisi:
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=02.10.2011&y=YusufKaplan

Tabii bütün bu tartışmada Zizek’in Türkiye üzerine daha önceden ne dediğinin, özellikle de son iki kitabında, belirtilmemesi ilginç ama pek şaşırtıcı değil. Üşenmezsem bir ara ben eklerim.

Hrant Dink Caddesi?

Ölünen/öldürülen yerde “yaşatılacak” olmak fikrini ilk başta yadırgıyorsam bile, tarihyazımına ciddi bir muhalefet getireceği için bile dikkate değer. Bahsettiğim şu, Sevan Nişanyan’ın iki haziran tarihli yazısında getirdiği bir öneri bu – Halaskârgazi Caddesi’nin adının Hrant Dink Caddesi olarak değiştirilmesi.

Şişli Caddesi’nin isminin Halaskârgazi Caddesi’ne dönüşümü bir istisnâ olmaktan uzak ve kesintisiz olarak Atatürk’le ilintili. Yazıda da belirtildiği gibi, ünvanlar konusu biraz şaşırtıcı; Halaskâr Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün sadece ortadaki ismiyle doğmuş olması düşündürücü, eklemlenmeleri yönüne bakınca da bir eklektizm iyice belirginleşiyor gibi, Nişanyan’ın da belirttiği gibi ikili referans dikkat çekiyor (hele hele gâzi kelimesinin gâza kelimesiyle ilişkisini öğrendikten sonra [1]). Bir de Atatürk’ün soyadı kanunu çıktıktan sonra Öz olarak soyadını alması ancak beş ay sonra TBMM’nin kendisine Atatürk soyadının verildiğini not düşmek gerek [2]. Bu konuyu kapatmadan iki şey söylemem sanırım yerinde olur, ilk olarak eklektizm vs. genel olarak yaptığım bir eleştiriden çok bir tespit, bu dönemin genel çerçevesiyle ilgili; ikinci olarak ben Atatürk’ten nefret eden biri değilim, mesela Sevan Nişanyan’ın aksine, gene ilk noktayla bağlı olarak Atatürk soyadı da gene o kavramsal-tarihsel çerçeve içerisinde bir anlama sahip, çıkıp Hasan Mezarcılık yapmıyorum. Sadece Atatürk soyadı ve Türk Tarih Tezi ne kadar örtüşüyor bunu bir düşünmek gerek, özellikle Türk Tarih Tezi’nin Soyadı Kanunu’ndan önce çıktığını düşününce, yani nasıl oluyor da zamanın başından beri var olan Türklerin “ata”sı şimdiki zamanda var; gene bu bağlamda Öz soyadı da gene aynı yere işaret ediyor[3].

Son olarak “yer değiştirmeler” konusuna geri dönersek böyle bir değişimin olabileceğini asla kafamda canlandıramıyorum, hele ki civâr semtler Cumhuriyet sonrası derin bir yeniden isimlendirme operasyonuna uğramışken (Tatavla-Kurtuluş ve etraf sokak isimleri mesela[4]), gâlip psikolojisine aykırı (buradan Özlem’le yaşadığımız “seviyeli ve sıcak” Fetih-İstilâ tartışmasını, hayır ben Fetih kelimesini savundum, saygıyla anıyorum).

***

[1]Redhouse sözlüğünün 1968 baskısında gâzi kelimesi şöyle aktarılmış “1. one who fights on behalf of Islam, champion of Islam; hist. frontier raider into a non-Muslim country [bu anlamıyla Halil Berktay’ın geçen gün Bardakçı tarafından yerin dibine sokulan “Türkler İstiklâl Harbi’nde Anadolu’yu yeniden fethettiler tezi belli bir anlam içeriyor] 2. ghazi (title given to generals for outstanding exploits) w. cap. Atatürk. 3. war weteran. 4. hist. Ottoman gold coin of 20 piasters.

[2]

Kanun Numarası : 2587
Kabul Tarihi : 24/11/1934
Yayımlandığı RGazete : Tarih: 27/11/1934, Sayı: 2865
Yayımlandığı Düstur : Tertip: 3, Cilt: 16, Sayfa: 4

Madde 1- KEMAL öz adlı Cümhur Reisimize ATATÜRK soy adı verilmiştir

Madde 2- Bu kanun neşri tarihinden muteberdir

Madde 3- Bu kanun Büyük Millet Meclisi tarafından icra olunur

[3] Murat Belge’nin son kitabı Genesis’te “essentialism” konusu pek derinlenilmesine olmasa bile incelenmekte.

[4] Haritalar için:

1841’den – http://www.geographicus.com/Merchant2/graphics/00000001/Istanbul-sduk-1841.html

1882’den – http://www.lib.uchicago.edu/e/su/maps/asian-cities/G7434-I8-1882-S86.html

1889’dan – http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/3/35/Istanbul_PU889.jpg

Belirtmekte fayda, ben de çok detaylı bilmiyorum ama, bir çok kelime zamanla belli fonetik kalıplara uyarak Türkçeleşmiş olabilir.

New Yorker deneme aboneliği

Firefox’un Adblock isimli çılgın bir eklentisi var, çoğu reklamı engelliyor ve onları görünmez kılıyor. Cumartesi gecesi uyuyamayıp JSTOR’dan yüz yıl öncesinin Almanca Türk filolojisi dergilerinde Leon Cahun karıştırırken Firefox’um yüze yakın tab açmam sonucu çöküp benim de aradan ayıklamaya üşenmem sonucu (Firefox’un betasını kullandığım 3.5 sürümünde her açılışta geçen oturumda açık olan tablerin bir dökümü çıkıp hangilerini açmak istediğinizi size soruyor, bayağı kullanışlı) ben de Google’ın Chrome tarayacısını kullanmak durumunda kaldım böylelikle de New Yorker dergisinin dört haftalık deneme promosyonundan da haberim oldu. Promosyon sayesinde dört hafta süresince her hafta pazartesileri yeni yayımlanan sayısının dijital versiyonuna (derginin fiziksel halinin birebir bir dijital kopyası) ve daha da güzeli arşivi karıştırmak mümkün. Dergiyi bilmiyorsanız, her hafta güzel incelemeler ve de gerçekten güzel şiir ve öyküler (mesela bu hafta bir tane Salman Rushdie öyküsü) var – bir kısmı da sıkıcı sıkıcı etkinlikler listesi.

Şuradan kayıt olunuyor, iyi okumalar:

http://archives.newyorker.com/skins/realview/tny/register.asp?pub=The%20New%20Yorker

Zizek Sıçarsa

Harper’s Magazine‘de, kısaca özetleyecek olursam, Zizek’in Chomsky’den alıntıladığı bir lafın, Obama’nın güneşlenmiş bir beyaz olduğu iması, gerçekten Chomsky tarafından mı yoksa Berlusconi tarafından mı sarfedildiğine dair ufak bir detektiflik var.  Zizek’in bence böyle bir hata yapması, her ne kadar kendisi bunu belli fiziksel nedenlerden ötürü -yazının yayımlanmana tarihi Berlusconi’nin benzer bir lafı etmesinden önceymiş- inkar edip kaynağını Sloven medyası olarak gösterse de,  mümkün ve kabul edilebilir. Hatta hatasız ve tekrarsız bir Zizek düşünemiyorum, Bülent Somay Metis’te editör olarak çalışırken Zizek’in kitaplarından sürekli yanlış düzelttiklerini anlatmıştı, benim de aklıma Looking Awry’nin başlarında Midas olması gereken tuttuğunu altın eden adamda adların yanlış olduğu geliyor aklıma – bu tabii ki yaptığı şahane tespiti etkilemiyor. Asıl tartışılacak nokta ve bence Zizek’in sıvadığı an ise, bu lafa farklı yanlardan yaklaşmayı denemek; üşengeçler için benzetmenin çirkinliğine dair daha fazla yorum yapmadan:

“In attributing to Noam Chomsky the statement that Obama is a white guy who took some sun-tanning sessions, I repeated an untrue claim which appeared in Slovene media, so I can only offer my unreserved and unconditional apology.

I would like to add that, even if the statement I falsely attributed to Chomsky were to be truly made by him, I would not consider it a patronizingly racist slur, but a fully admissible characterization in our political and ideological struggle. There are African-American intellectuals who allow themselves to be fully co-opted into the white-liberal academic establishment, and they are loved by the establishment precisely because they seem “one of us,” white with a darkened skin. This is why, I think, the statement I falsely attributed to Chomsky does NOT amount to the same as Silvio Berlusconi’s misleadingly similar characterization of Obama as beautiful and well tanned: Berlusconi’s remark dismissed Obama’s blackness as an endearing eccentricity, thus obliterating the historical meaning of the fact that an African-American was elected President, while the remark I falsely attributed to Chomsky, if accurate, would point towards the ambiguous way Obama’s blackness can be instrumentalized to obfuscate our crucial political and economic struggles”.

Kemal Kılıçdaroğlu vs Melih Gökçek – FIGHT!

Bir iki ay önce Amerikan Başkanlığı seçimleri çerçevesinde canlı canlı izlediğim kapışmaların bizim medya tarafından da işlenilmeye başlanılması tatlı bir sürpriz. Esasında zaten açık oturum türevi şeyler çok uzun zamandır ekranlarda, ama iki tartışmada da ortaya çıkan ideolojik görüşlerin çarpıştırılmasından ziyade kayıtlarla, belgelerle ve somut referanslarla konunun işlenişi. İzlediğim yabancı seçim tartışmalarından ayrıldığı nokta ise bizimkilerin gerçekten çok daha kıran kırana olması, laf sokmanın ötesinde zaman zaman neredeyse küfüre kayması. Kemal Kılıçdaroğlu iki tartışmaların ikisinde de, ilki Dengir Mir Mehmet Fırat, oluşu ve tartışmalarda iki tarafında birbirine konumlandırışı nedeniyle bana bir Street Fighter bir Mortal Kombat oyunlarından fırlamış bir dövüşçüyü anımsatmadı değil.

Bu jeton delisi oyunların hikaye modunda sırayla türlü türlü dövüşçülerle savaşılır ta ki en büyük dövüşçüye sıra gelene kadar, bu Recep Tayyip Erdoğan mı olur, Deniz Baykal mı yoksa Süleyman Demirel gibi eski bir sensei mi onu tahmin edemiyorum – heyecanlı nokta da bu, ama Kılıçdaroğlu’nun bu kadarla yetineceğini düşünmek zor, altın kemeri takmadan duracağını düşünmüyorum.

Bu dövüş ise bence Melih Gökçek ve Emin Çölaşan’ın kapışmasından daha iyi değildi ama karşılaştırılabilirler mi bilemeyeceğim, ne de olsa o tartışma yukarıda tanımını yapmaya çalıştığım tartışmalara tam uymuyordu.

Benim için Kemal Kılıçdaroğlu’nun tam olarak yendiğini söylemek zor, bir kere gerçekten de ilk andan çıkarması gereken 168 avroluk faturayı hiçbir zaman göstermedi, hep “sonra sonra”, “gelecek gelecek merak etme” yaptı. Benim için bir tatsız nokta da Kılıçdaroğlu’nun dosyasının isminin “İ. Melih Gökçek” olmasıydı. Bilmeyenler için, bu Emin Çölaşan’ın Melih Gökçek’e hitap şekli(ydi). Yıllarca “Türk basınının Amiral Gemisi” Hürriyet’te bu bayağı “espriyi” yapıp durdu.

Benim için de bu Emin Çölaşan’da sevmediğim her şeyi sembolize eden bir tavır, kendisinin eşcinselliği tuhaf ve kötü bir şey olarak gördüğünü ima etmesine de gene son kitabında, Her Kuşun Eti Yenmez, rastladım: Katıldığı bir davette Barbaros Şansal’la karşılaşmasını tuhaf biri olduğunu, cinsel eğiliminin farklı olduğunun aşikar olduğunu ama çok geçmeden ne kadar büyük bir aydın olduğunu anlayacağını söylüyor; aydın olmasını anlayışı da Barbaros Şansal’ın ortamda bulunan Sema Doğan ve tayfasına “sizi de biz, halk, kovacağız” minvalinden bir şeyler söylemesinden kaynaklanıyor. Kitap tam bir rezalet ya, oraya hiç girmemek lazım, kovulduktan bu yana geçen yılda ah nasıl sevildiğini, nasıl işsiz bir gazeteci olmasına rağmen sürekli en sevilen, en çok okunan gazeteci seçildiğini, Dinç Bilgin ve zamanında çok büyük bir tartışma içine girdiği Fatih Altaylı ile yaptığı yeni çıkacak gazete görüşmelerini falan anlattığı boş bir kitap, bolca tekrar ve bold karakter içeriyor (ha bu arada belirtmeden duramayacağım kendisinin Aydın Doğan ve Recep Tayyip Erdoğan hakkında söylediği nasıl olsa barışırlar laflarını Fatih Altaylı vesilesiyle kendisine de gönderiyorum buradan bir ton amatör şiir eşliğinde).

Kemal Kılıçdaroğlu bunların dışında da gene bu dövüş oyunlarında “taunt” diye tabir edilen hareketten yaptı, bu oyunlarda bir tuşa basınca karakter ne defans ne de atak yapar, yaptığı tek rakip oyuncuya caka satmak denilebilecek bir hareket yapmaktır: eliyle çağırır, arkasını döner vs. Kılıçdaroğlu’nun taunt’u ise gülmek, ya da sırıtmak, ve de “olur, tartışalım” demekti.

Melih Gökçek’e gelecek olursak, kendisi her zamanki gibi gene Melih Gökçek’ti, konuşmanın hemen başında daha bismillah demeden, içinden dediyse bilemiyorum, olayı şeref düzlemine çekmeye çalıştı; yolsuzluk şeresizlikse, yolsuzluk iftirası da şeresizliktir diyerek ilk kombosunu yaptı. Sonra Kemal Kılıçdaroğlu’nun billboard şakasına ise direk “başka konu konuşturmam!!!” diyerek mega süper defans yaptı, ki başka konuların feriştahını kendisi konuştu, o da muhtemelen programın en çirkin en rezil en utanç verici anıydı. Kendisi uzun uzun ardarda sayısız suçlama okudu, Kılıçdaroğlu’ndan başlayıp Murat Karayalçın ve diğer kişileri suçlar nitelikte, görünürde belgeye dayanmayan sayısız iddiayı ortaya attı. İşin kötü yanı, Karayalçın’a defalarca yüklendi kimi noktalardan, kendi dedikleriyle çelişmesine rağmen, ve şu an seçim rakibi olacak gibi gözüken birine bu yaptığı affedilebilir bir şey olmaktan çok uzaktı.

Uğur Dündar ise yılın tartışması olarak lanse ettiği tartışmayı yönetmekten uzaktı, bir kere Kemal Kılıçdaroğlu da gayet arada laf attı, “kaçamazsın, seni mahfedeceğimsss” tribinde şeyler de duyduk.  Bir öğretmen edasıyla yönettiği tartışmayı da adeta madem sessiz duramıyorsanız o zaman kitap okuma saatini kaldırıyorum çocuklar edasıyla bitirdi; ki ben kendisinde o hakkın bulunduğunu düşünmüyorum. Kılıçdaroğlu’na sevimli bakışının nedeninin ise Gökçek’in antipatikliği olduğunu düşünsem de, Gökçek’e ikide bir “Bakın Kılıçdaroğlu nasıl uslu uslu dinledi” demesi Kılıçdaroğlu’nun da öğretmenin sevdiği, örnek gösterdiği öğrenci rolüne yatması gerçekten komik anlardı.

Sonuç paragrafına yazacak bir şey bulamıyorum, tarz olarak ekranda gördüğüm üç kişiye de kesinlikle sempati duyamadığımı söylemem yeterli olur herhalde. Bir yolsuzluk varsa, üstüne gittiği için Kemal Kılıçdaroğlu’nu kutluyorum ama söylemini beğenmem mümkün değil.

günün köpüğü II

Türkiye Birleşmiş Milletler’de Güvenlik Konseyine girmiş [1] & [2].

***

Simin’in bana ucundan azıcık çevireceğini söyleyip çevirmediği Jonathan Littell yazısı, Le Mondé‘un tarihindeki en uzun yazıymış diye okumuştum, neyse ki Die Zeit tarafından çevirilip 16 Ekim sayısının Dossier eki olarak basılmış, bir kaç saat önce baktığımda yoktu (ya da ben bulamadım), ama 10 ytl’mle ne yapabilirim diye merak eden varsa üzerine 75 kuruş ekleyip Die Zeit alsın derim, o kadar güzel olmuş bu sayısı. Paracıklarımız uçuyor diye unuttuğumuz Gürcistan üzerine inanılmaz bir yazı; zamanda geriye gidince ise bu sefer Rusya üzerine bir yazıya rastlıyoruz. Biraz karıştırırsak İsrail ve Filistin üzerine de (zehir zemberek) bir şeyler de bulmak mümkün.

“Jonathan Littell kim lan, ne alaka?” diyenler için kendisi en merak ettiğim kitabın yazarı oluyor efendim. Jonathan, ya da muhtemelen arkadaşlarının onu çağırdığı adıyla John, Sci-Fi kitapları yazan bir babaya sahip, New York doğumlu fakat çocukluğunda ailesiyle beraber Paris’e göçmüş sonra da Yale’da edebiyat okumuş bir beyefendi (kendisinin kökenleri ise Rusya’ya dayanmakta; zamanında -1880’ler- çarın ölümü nedeniyle yükselen anti-semitizm dalgasından kaçıp ABD’ye gelmiş ailesi). Kendisi de ilk bilim-kurgu kitabını yazdıktan yıllar sonra ikinci kitabını Fransızca olarak, Les Bienveillantes (kitabın ismi Yunan mitolojisindeki Erinyes’e gönderme imiş; ben kendilerini Neil Gaiman’ın Sandman’i sağolsun The Kindly Ones olarak tanıyordum – ki esasında İngilizce çevirisi de böyle çıkıyor; bahar 2009’da), yayımlıyor. Kitap kısaca, II. Dünya Savaşı sonrası hatıralar denizine dalıp çıkan, direkt olarak Yahudi soykırımında yer almış eşcinsel bir Nazi Subayının hakkında. Kitap çıktığı yıl Fransız Akademisi ve Goncourt ödüllerini kazanıp, esasında çifte vatandaşlık vermeyen Fransa’ya bile Fransızca’ya yaptığı üstün hizmetlerden dolayı bir vatandaşlık verdirtiyor (mutlu son).

Sırasıyla, Alman basınını en güzelinden irdeleyen, Sign and Sight‘tan kitabın Almanca çevirisi ve yarattığı etki üzerine iki yazı;sıfır & bir & ‘ki.

***

Christopher Doyle kontrolünden geçmiş bir Criterion Collection Chungking Express blu-ray‘i. Para ve ardından blu-ray oynatabilmesinden dolayı bir playstation 3 ve de güzelinden bir ekran istemek düşüyor bana da.

***

Gene edebiyat: Frankfurt Kitap Fuarı’na resmen çıkartma yapılmış durumda.Fuar üzerine de bir çok şey yazılıp çiziliyor. Bu yazıyı da her gün güncelliyor olacağım yeni yazılar karşıma çıktıkça, kısa veya kötü bulduğum yazıları, mesela International Herald Tribune ve Guardian‘ın kısa kısa Orhan Pamuk’un nasıl baskıcı sistem karşıtı konuştuğuna değinmelerine ben yer vermeyeceğim.

Çok güzel bir arka plan yazısı ile başlayalım:
http://www.signandsight.com/features/1776.html

Genel itibariyle Die Zeit‘ın fuar üzerine yazdıklarını bu adresten takip etmek mümkün, ama ben arşiv amacıyla teker teker de yazacağım.

Murathan Mungan ve Çador üzerine:

http://www.zeit.de/2008/43/L-Mungan

http://www.zeit.de/online/2008/42/unser-istanbul

http://www.zeit.de/2008/43/L-Pamuk

Çok sayıda NZZ yazısı, özellikle farklılık ve kültürel çeşitlilik odaklı yazılar:

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/auf_dem_weg_zur_offenen_gesellschaft_1.1085002.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/die_fremden_im_land_1.1085011.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/diversitaet_als_programm_1.1085071.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/diversitaet__ein_reichtum_der_angst_macht_1.1084993.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/das_patriarchat_entlaesst_seine_toechter_1.1085057.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/emigration_in_die_deutsche_sprache_1.1085005.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/auf_dem_weg_zur_offenen_gesellschaft_1.1085002.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/aus_der_tuerkei_schreiben_1.1085001.html

Perihan Mağden’den inciler:

http://afp.google.com/article/ALeqM5ibAAEsYERYJqDdirtiSaXQh3FyOg

Eurozine ise fuar şerefine Varlık’tan yazılar yayımlıyor:

http://www.eurozine.com/articles/2008-10-16-newsitem-en.html

Kim kimi seçiyor belli değil-

Bu yazıyı yazmaya başlayalı bir süre geçti, bu sürede yazı büyüdükçe büyüdü ama bir noktadan sonra benim Palin ilgim buna bağlı olarak da yazıya olan ilgim azaldı. Gereksiz yere şiştiğini düşündüğüm yerleri kırpılmış, otosansürden geçmiş haliyle buyrunuz:

Bir süredir Amerikan başkanlık seçimlerini izliyorum. Bu bile yeterince tuhaf esasında ama bence günahı o kadar büyük değil, ne de olsa CIA her şeyin altında ve CIA Amerikan örgütü; o yüzden izleyebiliriz (değil mi?). Yetmediyse, seçilecek kişinin yapacağı ekonomik program ve atılımlar, uygulayacağı Orta Doğu planı (Irak’ın üzerine bir de İran gerginliği ne de tatlı olur değil mi?), Ermeni Soykırımı “yaptırım”ları (bu konuda fikir beyan ediyorum sanılmasın, geçen gün Taraf gazetesinda yazdığı üzere başkan yardımcısı adayı Joe Biden yeni Amerikan Büyükelçi adayına, James Jeffrey, bir takım sorular yöneltmiş – aday bey de bu esnada büyükelçi olmuş; Beyaz Saray açıklaması ise şu şekilde) ve direkt olarak etkisini siyasal, ekonomik ve sosyal anlamlarda gümbür gümbür daha nice detay yüzünden bu seçim de bizim bu yalnız ve seksi ülkemizi yakından ilgilendiriyor.

Lafı uzatmadan duramıyorum besbelli, diyeceğim şuydu: bir kaç hafta önce bir perşembeyi cumaya bağlayan gece maalesef sabahlamak suretiyle Joe Biden ve Sarah Palin kapışmasını izledim, bu benim için de, her ne kadar bir önemi olmasa da, bir ilkti herhalde. Hayatımda sabahın beşinde televizyon izlediğimi hatırlamıyorum, eskiden NBA finalleri olsun, başka spor müsabakaları veya Emmy, Grammy ve Oscar türevi ödülleri izlemek için sabahı ya da ertesi günü bekleyemeyen insanları da uzaylı olarak görüyordum, kibarca ifade edecek olursam.

2:50 civarlarında çirkin oy analizcisi Frank Luntz (lütfen tıklayın da Wikipedia’da hakkında yazanları okuyun) şöyle bir kelam etmekte: “I’m mad as hell and I can’t take it anymore!”. Hatırlayan var mıdır? Replik Sidney Lumet’nin 1976 yapımı medya eleştirisinin şahı Network isimli filminde Howard Beale adlı ‘anchorman’in halkın diline pelesenk ettiği bir söz. Peter Finch tarafından canlandırılan, ki kendisi bu muhteşem performansıyla ‘en iyi yardımcı erkek oyuncu’ kucaklayamamış çünkü ödülü almasına rağmen daha ödüle adaylığı açıklanmadan maalesef ölmüş, ironik.  Howard Beale reytingleri düştüğü için işten çıkarılacağını öğrendiğinde yavaş yavaş akli dengesini yitiren bu haliyle haberleri sunmasının iyi reyting getireceği varsayılındığından yeniden haberleri sunmasına karar verilen, bu kararı da Diana Christensen rolüyle Mia Farrow veriyor (o da bu performansıyla Oscar alıyor), bu haberleri de daha çok bilinç akışı diye tabir edilen teknikle sunan bir arkadaş, Reha Muhtar’ın habercilik dönemleri arasındaki benzerlikler korkutucu ama geçiyoruz. Repliğe dönecek olursak, “I’m mad as hell and I can’t take it anymore!” esasında tam da cımbızla çekilmesi tehlikeli laflardan, tıpkı Beale gibi kullananın elinde patlaması çok mümkün (spoil etmek istemiyorum ama filmin izlenmesi gerçekten farz. Sözünü ettiğim sahne, ama bu söz ilerleyen bölümlerde de duyuluyor, yutupta var:

Neden bahsettiğim sanıyorum biraz şekillenebilmiştir; son günlerde Amerika’da ekonomik kriz, başkanlık seçimleri vs. ve de asıl olarak bu krizin, seçimin, adayların kendilerinin, aç parantez özel hayat kapa parantez, ve konuşmalarının  medyada ele alınışı vs. hepsi bizim topraklarda bence doğru, yanlış, gerçek, sanal gibi kavramların dışında en başta en hafifinden çirkin gözüküyor. Bush’un ve Al Gore’un “yarıştıkları” seçim herhalde rastladığım ilk Amerikan başkanlığı seçimiydi, o zamanlar da bana saçma gözüktüğünü hatırlayabiliyorum. Bir sonraki seçimden ise daha fazla şey hatırlıyorum, mesela bir Vietnam Savaşı gazisi olan Kerry’nin fotomontajla bir Vietnam savaş protestosunda konuştuğunu, ama aklımda kalan şey bu seçimin en iyimser ifadeyle 1 yıl boyunca, 2 yıla kadar uzatabiliriz herhalde, Amerikan basının gündemini en üst sıralarda işgal ettiğini ve görevde Başkan’a çamur atmak ve son bir yıl o Başkan’ın icraatlar konusunda bir anlamda elini kolunu bağlamak olduğuydu. Aslında hala çok farklı düşünmüyorum çünkü bu konuda ne düşünmem gerektiğini bilemiyorum. Mesela bizim ülkemizde “sözde” böyle seçim kampanyaları yok, lütfen en bariz Genç Parti örneğini geçiniz, en azından adayların tartıştıklarına şahit olamıyorduk, şükür o da bir süre önce gerçekleşti, Deniz Baykal’ın canlı kapışma isteği ise Recep Tayyip Erdoğan tarafından reddedildi. Arkadaşım Faşo-Feb Ertuğ’la bu konuda bir kaç önce yaptığımız lak-lakta o bu çamur atma olayını haksız rekabete benzetti ve engin hukuk deneyimine dayandırarak hukuk dışı olduğunu, daha doğrusu bir çok ülkede haksız rekabetin hukuk dışı olduğu gerçeği üzerinden, söyledi. Ben olayın bu kısmına hakim değilim o yüzden işin hukuksal boyutuna dair bir şey söylemeyeceğim. Fakat ben tartışmanın özünde iyi bir şey olduğunu düşünüyorum, kimin nerede durduğunu bilmek güzel ve önemli bir şey. Bizde yapılmayan tartışmalar yüzünden elini kolunu sallayan, tartışmaktan ziyade yumruklaşan milletvekillerimiz oluyor. Seçim kampanyaları ve bağışlar konusuna geri dönecek olursak bizde yoklar mı gerçekten? Yoksa biz mi dikkatli bakmadığımız sürece görmüyoruz. Genç Parti örneğini bir yana bırakacak olursak, yancı medya ve lobi faaliyetlerinin feriştahı sanırım bizim ülkemizde var. Seçim vaadi denilen şey bence bu kampanya mevzunun başaşağı çevirilmiş hali, otoban ve havalimanı yaptırmak dışında seçim tarihimiz türlü aşiretlere, ticaret gruplarına çekilen peşkeşlerle dolu; şirin bir oy kitlesi karşlığında. Tüm bu seçim öncesi ve sonrası tartışmaları, seçimi çevreleyen çirkin çıkar ağına karşı tavır almak gerektiğini düşününce ise aklıma Nazizm’in şirin ideoloğu Carl Schmitt geliyor – çıkmaz sokak.

Şimdilerde ise Palin’in kız kardeşinin boşanacağı eşinin işten çıkarılması için birisine geçmişte yaptığı baskının medyaya yansımasını takiben büyük bir prestij kaybına uğradığı yazılıp çiziliyor Amerikan medyasında. Demokratlar buna vurgu yaparken bir yandan da McCain tarafı vakt-i zamanında Mustafa Sandal’ın Bombacı şarkısı eşliğinde Vietnam savaşına karşı dikkat çekmek üzere oraya buraya infilak eden materyaller bırakan Bill Ayers ve Barack Obama’nın kankalığına dikkat çekilmek isteniyor, burada Palin’in Obama’yı terörist olmakla suçlanması da hatırlansın (Gene Hikmetyar ve Erdoğan’ın, Simin tarafından muhtemelen “çorap dünyası” olarak nitelendirilecek, fotoğrafı da aklıma geldi). Bence bu noktada bir durup herhangi bir kimsenin geçmişinin pırıl pırıl olamayacağını hatırlamakta fayda var, mümkün müdür bu kadar hummalı bir kazı çalışmasının sonucunda bir pislik bulmamak? Birisini geçmişine göre nasıl yargılayacağımız sorusuna maalesef bir cevap veremiyorum.

Ekler:
1. (Sanal) Başkanlık Reklamları Müzesi: http://www.livingroomcandidate.org/

2.Yazıda başta değindiğim ama sonradan sildiğim iki şey var, ilki yukarıdaki müzeyle ilgili: her iki başkan adayının verdikleri reklamlar üzerinden birbirlerine sataşmaları. Bunun pis tarafı yazıda geçen çamur at izi kalsının en belirgin örneği olması, izlediğim tv programlarında analistler sürekli negatif yorumların pozitif yorumlardan daha çok akılda kaldığını tekrarladı. Bu da demek oluyor ki oyun gerçekten çok pis, rakibiniz pis oynuyorsa sizi de bu yola itmiş oluyor (bu henüz Demokrat adayı kesinleşmemişken Hillary Clinton’ın çirkin propagandalarına Obama’nın ne yapacağı/ne kadar pis oynaması gerektiği ve bu pisliği olayı kadın-erkek meselesine çevirmeden nasıl kotarabileceği üzerine bir kez daha yaşanmıştı). Rezillik. İkincisi de Tina Fey’in, ilki gerçekten çok başarılı olan, yaptığı üç tane Sarah Palin taklidiydi. İlkinin metni çok iyi olmasa da performans çok iyiydi ikincisinde ise Sarah Palin’in CBS kanalının ‘anchorman’i Katie Couric’le (bu sefer anchormanimiz bir kadın) yaptığı röportaj ti ye alınıyordu. İkinci taklitte en komik olan sahne muhtemelen Sarah Palin’in gramer olarak felaket bir cümle kurma çabasıydı – asıl komik nokta ise bunun röportajdan direk alınmış olmasıydı. (Üçüncüsü ise en yukarıda bahsettiğim tartışma – ilgili vidyoları youtube’dan ve Saturday Night Live’ın sitesinden bulabilirsiniz).

3.Recep İvedik’ten koyduğum “Beni seç beni seç!” skecini artık su kaçırdığı gerekçesiyle sildim. Ona da yutup’dan erişebiliyorsanız (bu linki özellikle vermiyorum).

4.Hâla youtube’a giremiyorsanız google’a girip “hosts”+”youtube”+”dosya” diye aratıp bir şeyler bulabilirsiniz.

« Older posts

© 2024 Belki

Theme by Anders NorenUp ↑