Tabii bütün bu tartışmada Zizek’in Türkiye üzerine daha önceden ne dediğinin, özellikle de son iki kitabında, belirtilmemesi ilginç ama pek şaşırtıcı değil. Üşenmezsem bir ara ben eklerim.
Ölünen/öldürülen yerde “yaşatılacak” olmak fikrini ilk başta yadırgıyorsam bile, tarihyazımına ciddi bir muhalefet getireceği için bile dikkate değer. Bahsettiğim şu, Sevan Nişanyan’ın iki haziran tarihli yazısında getirdiği bir öneri bu – Halaskârgazi Caddesi’nin adının Hrant Dink Caddesi olarak değiştirilmesi.
Şişli Caddesi’nin isminin Halaskârgazi Caddesi’ne dönüşümü bir istisnâ olmaktan uzak ve kesintisiz olarak Atatürk’le ilintili. Yazıda da belirtildiği gibi, ünvanlar konusu biraz şaşırtıcı; Halaskâr Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün sadece ortadaki ismiyle doğmuş olması düşündürücü, eklemlenmeleri yönüne bakınca da bir eklektizm iyice belirginleşiyor gibi, Nişanyan’ın da belirttiği gibi ikili referans dikkat çekiyor (hele hele gâzi kelimesinin gâza kelimesiyle ilişkisini öğrendikten sonra [1]). Bir de Atatürk’ün soyadı kanunu çıktıktan sonra Öz olarak soyadını alması ancak beş ay sonra TBMM’nin kendisine Atatürk soyadının verildiğini not düşmek gerek [2]. Bu konuyu kapatmadan iki şey söylemem sanırım yerinde olur, ilk olarak eklektizm vs. genel olarak yaptığım bir eleştiriden çok bir tespit, bu dönemin genel çerçevesiyle ilgili; ikinci olarak ben Atatürk’ten nefret eden biri değilim, mesela Sevan Nişanyan’ın aksine, gene ilk noktayla bağlı olarak Atatürk soyadı da gene o kavramsal-tarihsel çerçeve içerisinde bir anlama sahip, çıkıp Hasan Mezarcılık yapmıyorum. Sadece Atatürk soyadı ve Türk Tarih Tezi ne kadar örtüşüyor bunu bir düşünmek gerek, özellikle Türk Tarih Tezi’nin Soyadı Kanunu’ndan önce çıktığını düşününce, yani nasıl oluyor da zamanın başından beri var olan Türklerin “ata”sı şimdiki zamanda var; gene bu bağlamda Öz soyadı da gene aynı yere işaret ediyor[3].
Son olarak “yer değiştirmeler” konusuna geri dönersek böyle bir değişimin olabileceğini asla kafamda canlandıramıyorum, hele ki civâr semtler Cumhuriyet sonrası derin bir yeniden isimlendirme operasyonuna uğramışken (Tatavla-Kurtuluş ve etraf sokak isimleri mesela[4]), gâlip psikolojisine aykırı (buradan Özlem’le yaşadığımız “seviyeli ve sıcak” Fetih-İstilâ tartışmasını, hayır ben Fetih kelimesini savundum, saygıyla anıyorum).
***
[1]Redhouse sözlüğünün 1968 baskısında gâzi kelimesi şöyle aktarılmış “1. one who fights on behalf of Islam, champion of Islam; hist. frontier raider into a non-Muslim country [bu anlamıyla Halil Berktay’ın geçen gün Bardakçı tarafından yerin dibine sokulan “Türkler İstiklâl Harbi’nde Anadolu’yu yeniden fethettiler tezi belli bir anlam içeriyor] 2. ghazi (title given to generals for outstanding exploits) w. cap. Atatürk. 3. war weteran. 4. hist. Ottoman gold coin of 20 piasters.
[2]
Kanun Numarası : 2587
Kabul Tarihi : 24/11/1934
Yayımlandığı RGazete : Tarih: 27/11/1934, Sayı: 2865
Yayımlandığı Düstur : Tertip: 3, Cilt: 16, Sayfa: 4
Madde 1- KEMAL öz adlı Cümhur Reisimize ATATÜRK soy adı verilmiştir
Madde 2- Bu kanun neşri tarihinden muteberdir
Madde 3- Bu kanun Büyük Millet Meclisi tarafından icra olunur
[3] Murat Belge’nin son kitabı Genesis’te “essentialism” konusu pek derinlenilmesine olmasa bile incelenmekte.
Bir iki ay önce Amerikan Başkanlığı seçimleri çerçevesinde canlı canlı izlediğim kapışmaların bizim medya tarafından da işlenilmeye başlanılması tatlı bir sürpriz. Esasında zaten açık oturum türevi şeyler çok uzun zamandır ekranlarda, ama iki tartışmada da ortaya çıkan ideolojik görüşlerin çarpıştırılmasından ziyade kayıtlarla, belgelerle ve somut referanslarla konunun işlenişi. İzlediğim yabancı seçim tartışmalarından ayrıldığı nokta ise bizimkilerin gerçekten çok daha kıran kırana olması, laf sokmanın ötesinde zaman zaman neredeyse küfüre kayması. Kemal Kılıçdaroğlu iki tartışmaların ikisinde de, ilki Dengir Mir Mehmet Fırat, oluşu ve tartışmalarda iki tarafında birbirine konumlandırışı nedeniyle bana bir Street Fighter bir Mortal Kombat oyunlarından fırlamış bir dövüşçüyü anımsatmadı değil.
Bu jeton delisi oyunların hikaye modunda sırayla türlü türlü dövüşçülerle savaşılır ta ki en büyük dövüşçüye sıra gelene kadar, bu Recep Tayyip Erdoğan mı olur, Deniz Baykal mı yoksa Süleyman Demirel gibi eski bir sensei mi onu tahmin edemiyorum – heyecanlı nokta da bu, ama Kılıçdaroğlu’nun bu kadarla yetineceğini düşünmek zor, altın kemeri takmadan duracağını düşünmüyorum.
Bu dövüş ise bence Melih Gökçek ve Emin Çölaşan’ın kapışmasından daha iyi değildi ama karşılaştırılabilirler mi bilemeyeceğim, ne de olsa o tartışma yukarıda tanımını yapmaya çalıştığım tartışmalara tam uymuyordu.
Benim için Kemal Kılıçdaroğlu’nun tam olarak yendiğini söylemek zor, bir kere gerçekten de ilk andan çıkarması gereken 168 avroluk faturayı hiçbir zaman göstermedi, hep “sonra sonra”, “gelecek gelecek merak etme” yaptı. Benim için bir tatsız nokta da Kılıçdaroğlu’nun dosyasının isminin “İ. Melih Gökçek” olmasıydı. Bilmeyenler için, bu Emin Çölaşan’ın Melih Gökçek’e hitap şekli(ydi). Yıllarca “Türk basınının Amiral Gemisi” Hürriyet’te bu bayağı “espriyi” yapıp durdu.
Benim için de bu Emin Çölaşan’da sevmediğim her şeyi sembolize eden bir tavır, kendisinin eşcinselliği tuhaf ve kötü bir şey olarak gördüğünü ima etmesine de gene son kitabında, Her Kuşun Eti Yenmez, rastladım: Katıldığı bir davette Barbaros Şansal’la karşılaşmasını tuhaf biri olduğunu, cinsel eğiliminin farklı olduğunun aşikar olduğunu ama çok geçmeden ne kadar büyük bir aydın olduğunu anlayacağını söylüyor; aydın olmasını anlayışı da Barbaros Şansal’ın ortamda bulunan Sema Doğan ve tayfasına “sizi de biz, halk, kovacağız” minvalinden bir şeyler söylemesinden kaynaklanıyor. Kitap tam bir rezalet ya, oraya hiç girmemek lazım, kovulduktan bu yana geçen yılda ah nasıl sevildiğini, nasıl işsiz bir gazeteci olmasına rağmen sürekli en sevilen, en çok okunan gazeteci seçildiğini, Dinç Bilgin ve zamanında çok büyük bir tartışma içine girdiği Fatih Altaylı ile yaptığı yeni çıkacak gazete görüşmelerini falan anlattığı boş bir kitap, bolca tekrar ve bold karakter içeriyor (ha bu arada belirtmeden duramayacağım kendisinin Aydın Doğan ve Recep Tayyip Erdoğan hakkında söylediği nasıl olsa barışırlar laflarını Fatih Altaylı vesilesiyle kendisine de gönderiyorum buradan bir ton amatör şiir eşliğinde).
Kemal Kılıçdaroğlu bunların dışında da gene bu dövüş oyunlarında “taunt” diye tabir edilen hareketten yaptı, bu oyunlarda bir tuşa basınca karakter ne defans ne de atak yapar, yaptığı tek rakip oyuncuya caka satmak denilebilecek bir hareket yapmaktır: eliyle çağırır, arkasını döner vs. Kılıçdaroğlu’nun taunt’u ise gülmek, ya da sırıtmak, ve de “olur, tartışalım” demekti.
Melih Gökçek’e gelecek olursak, kendisi her zamanki gibi gene Melih Gökçek’ti, konuşmanın hemen başında daha bismillah demeden, içinden dediyse bilemiyorum, olayı şeref düzlemine çekmeye çalıştı; yolsuzluk şeresizlikse, yolsuzluk iftirası da şeresizliktir diyerek ilk kombosunu yaptı. Sonra Kemal Kılıçdaroğlu’nun billboard şakasına ise direk “başka konu konuşturmam!!!” diyerek mega süper defans yaptı, ki başka konuların feriştahını kendisi konuştu, o da muhtemelen programın en çirkin en rezil en utanç verici anıydı. Kendisi uzun uzun ardarda sayısız suçlama okudu, Kılıçdaroğlu’ndan başlayıp Murat Karayalçın ve diğer kişileri suçlar nitelikte, görünürde belgeye dayanmayan sayısız iddiayı ortaya attı. İşin kötü yanı, Karayalçın’a defalarca yüklendi kimi noktalardan, kendi dedikleriyle çelişmesine rağmen, ve şu an seçim rakibi olacak gibi gözüken birine bu yaptığı affedilebilir bir şey olmaktan çok uzaktı.
Uğur Dündar ise yılın tartışması olarak lanse ettiği tartışmayı yönetmekten uzaktı, bir kere Kemal Kılıçdaroğlu da gayet arada laf attı, “kaçamazsın, seni mahfedeceğimsss” tribinde şeyler de duyduk. Bir öğretmen edasıyla yönettiği tartışmayı da adeta madem sessiz duramıyorsanız o zaman kitap okuma saatini kaldırıyorum çocuklar edasıyla bitirdi; ki ben kendisinde o hakkın bulunduğunu düşünmüyorum. Kılıçdaroğlu’na sevimli bakışının nedeninin ise Gökçek’in antipatikliği olduğunu düşünsem de, Gökçek’e ikide bir “Bakın Kılıçdaroğlu nasıl uslu uslu dinledi” demesi Kılıçdaroğlu’nun da öğretmenin sevdiği, örnek gösterdiği öğrenci rolüne yatması gerçekten komik anlardı.
Sonuç paragrafına yazacak bir şey bulamıyorum, tarz olarak ekranda gördüğüm üç kişiye de kesinlikle sempati duyamadığımı söylemem yeterli olur herhalde. Bir yolsuzluk varsa, üstüne gittiği için Kemal Kılıçdaroğlu’nu kutluyorum ama söylemini beğenmem mümkün değil.
David Foster Wallace, 46, kendini asmış. Kitaplarını okumadım, ama kısa öykülerini ve yazılarını okuduğum, bir sürü dergide parmağı olan bir adamdı, on küsür yıl önce kaleme aldığı Infinite Jest ’90larda yayınlandıktan sonra kült olmuş bir tuğla olarak herhalde unutulmayacak. Gene de asıl tuhaf olan herhalde kendini asmış olması ve asmanın nasıl bir ölüm olduğu. Bana kendini asmak her zaman tuhaf geliyor; bir, asarak/asılarak ölüm fazlasıyla sancılı gözüküyor – mücadelenin son ana kadar sürdüğü bir ölüm, iki, kendi kendinize uygulayabileceğiniz tek idam cezası bu sanırım (zehirli iğne ve overdoz bambaşka şeyler karıştırmayalım lütfen). Kendi kafanızı giyotinle ya da bir baltayla kesmezsiniz, elektrik sandalyede voltajdan kızaramazsınız vs. vs. (“işin” mutfağı ve ilgili konular için izleyin: “Mr. Death: The Rise and Fall of Fred A. Leuchter Jr. – Errol Morris), üstelik asmak bütün bunlardan eski ve çoğu yerde çağdışı bulunuyor, idam cezasının çağdışı olup olmaması başlı başına saçma bir tartışma, evet. Bu nedenle kendini asmakta bir kendini cezalandırma da olduğunu düşünüyorum, sanki intiharı mutlak kılan nedenlerin cezasını da, intiharın yola açacağı üzüntünün bedelini de barındıran, bedelini önceden ödeyen bir ölüm/öldürme. Her neyse, elektronik fatihalar ve yazar üstüne bir sürü okuma parçası için:
Bülent Arınç. Düşününce aklıma spesifik bir hareketi gelmeyen bu adamın gene de çoğu hareketini/açıklamasını talihsiz ve çirkin arasında bir yere koymak mümkün. Son beyanatının bunların bile dışına çıktığını söyleyebiliriz, beyefendi şöyle buyurmuşlar:
”Başbakan ile ilgili olarak, söylenen şey, oradaki bir kişinin ‘al şu parayı filana ver, filan da filana götürsün…’ 3 kişi var, 3. kişi Başbakan ama ne buraya gelen, ne para verdiğini söyleyen, ne paranın verildiğine dair belge var. Çok çirkin bir şey. Ceza davasının temel ilkesinde, birinin ‘ben bu suçu işledim’ demesi yeterli değil. Bir adam ‘ben şunu öldürdüm’ dese, yeterli değildir, maddi delil aranır. Türkiye’de bir Alman üzerinde 10 kilogram eroinle yakalansa, ‘Bana bunu Angela Merkel verdi, Türkiye’ye vermemi söyledi’ dese, ne düşünürsünüz. Siz, Merkel’i, böyle bir suçun faili olarak kabul edebilir misiniz? Türkiye’de 100 YTL’ye hayatını pazarlayanlar var, bunun eline 10 bin verseniz, ‘Toplumun en itibarlı saydığı kişiyle her gün bir arada oluyorum’ dese, ne düşünürsünüz? Herkes bir şey söyleyebilir. Geçmişte bu oldu, bir milletvekili yurt dışında yakalandı, eroini geçmişte, Türkiye’de başbakanlık yapan bir kişiden aldığını söyledi, yargılama sonucunda iftira olduğu ortaya çıktı.” [1][2]
Burada esas tek bir nokta bence yok, aksine eş önemde bir kaç şey var. İlki, Meclis Başkanlığı yapmış bir insanın ayrımcı açıklamalar yapması, hele ki kendi deyimiyle “hayatını pazarlayan” bu insanlar hayatta kalma mücadelesi içindelerken. Bence hırsızlıktan çok başka bir durumdan bahsediyoruz. Burada işin özünde siyasetçinin siyasetçi gibi değil, kendi gibi konuşması problematik olan – kimse siyaset jargonu içinde hareket ettiği müddetçe “Kasımpaşalı” olarak adledilmiyor, ki bu “Kasımpaşalılık” da “siyaseten yanlış” bir mevzu ve mazlumluk üzerinden bir politika yürüten bir siyasal güç için de bir nevî koz elbette.
İkinci nokta ise bu kişilerin güvenilmez olmaları gerektiği görüşü. Bu, bence en önemli nokta olan, üçüncü noktaya da derinden bağlı: “hayatını pazarlamak” lafının “bedeninin pazarlamak/satmak/leasinge vermek” ya da bir başka aşağılayıcı kalıbıyla olan ilişkisi. Beden ve hayat ekseni, Arınç’ın Weltanschauung‘unda çok önemli bir yeri kaplıyor olabilir, fakat beden=hayat demek biraz zor, burada hayattan kastedilenin daha çok ahlakla ilgili olduğunu göz önünde bulundurarak. Sanki bedenini satan kişi, moralman “tabula rasa” olarak dolaşıp, iki sevişme arasında ilk seviştiği insanın düşündüklerini düşünerek yaşıyor. Bu fantastik ve geçersiz örneğimi bir yana bırakacak olursak, kimilerine rahatsız edici gelebilecek karşılaştırmalar yapmak daha mümkün, o da “görücü usulü evlilik”, “başlık parası” örnekleri. Elbette bir kısmımızın etrafında böyle örnekler olabilir, bu örnekler de seviyesiz gelebilir fakat bu örnekleri şu an için savunmak mümkün mü? Başlık parası zaten herkesin bildiği, açıklanmaya ihtiyacı olmayan bir örnek fakat “görücü usulü evlilik” de bir çeşit alışveriş değil midir? Ortada bir para olmaması demek bu tip bir izdivacın masum olduğu anlamına gelmiyor; burada en hakikisinden bir sembolik alışveriş/sembol takası (symbolic exchange), sembolik bir ücretten ziyade sembollerin değiş-tokuşu, sonucu peydahlanan bir satma/alma mevzusu söz konusu. Hatta bu burada sadece beden değil, haz da, itaat de, “ben bilmem beyim bilir” dayatılıyor. Öznesiz, (erkeğe) parazit bir kadın anlayışı. “Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla” ya da daha güzel bir formülasyonla “bedenime sahip olabilirsin ama arzuma asla”nın sindirildiği bir alışveriş formu. Amacım burada aslında seks işçileri/fahişeleri haklı çıkaracak bir metin kurgulamak ya da “feminizm yapmak” değil, bu ikiyüzlülük gene de beni çileden çıkartıyor. Hem ayrıca, Marksizmin en basit argümalarından biri olaraktan, hepimiz işgücümüzü, düşgücümüzü belli bir bedel karşılığı kullanıma sunmuyor muyuz? Bunları, aldığımız maaşın 100 katına satar mıyız; ya da satmaz mıyız? Yolsuzluk dediğimiz, sadece her zaman gündemde olan maddelerden biri midir?