Maalesef izlediğim ve dinlediğim bir çok şeyi ilk denediğimde beğenmeyip, reddediyorum (çoğu kitapla ilişkim genelde bir kapaktan öbür kapağa gidene kadar birden fazla gün ve mekanda sürdüğünden üzerine düşünmeye fırsatım oluyor, bu reddetmeyi de yaşamıyorum). Haziran 21’de Amsterdam’da, gittiğim her şehirde sinemaya gitme gibi bir çabam var, izlediğim Happy-Go-Lucky de maalesef bu saçma itilmeyi yaşadı; bilmiyorum belki beni o esnada konuk eden Lülü’ye kurmaya çalıştığım karanlık, İngiliz işçi sınıfı hikayelerini çok başarılı çizen Mike Leigh figürüne kendimi kaptırıp (çok merak ettiğim diğer filmler gibi hakkında bir şeyler izlememe takıntısının sonucuyla) tamamen karanlık ve koyu kıvamlı bir film beklentilerle gittiğim sinemada bu “komik” filmi fazlasıyla yadırgadım.

Fakat üzerinden zaman geçtikçe filme yavaş yavaş ısınmaya başladım (öncelikle, itiraf etmem gerekiyor ki, kafamda filmi ve filmi izlerken her aptal espriye anıra anıra gülen seyircileri ayrıştırmam sanıyorum bunun yolunu açtı). Sonra film üzerine röportajlar izleyince Sally Hawkins’e hayran oldum, o kadar ince ve detaylı bir oyunculuk ki farketmem için aylar geçmesi gerekti, ya da ben salağım. Geçen gün filmden parçaları yeniden izleyince ise son kararımı verdim Mike Leigh belki de yaşayan en iyi oyuncu yönetmeni ve film çok iyi. Öncelikle bu tükürdüğümü yalama nedeninin altında yatan neden zaten filmi sevmemin nedeni, filmin ve Sally Hawkins’in başarısı esasında. O da Mike Leigh’in oyuncuları üzerinden, samimi söylüyorum!, klişe kalıpların işaret ettiği gerçekliğin ve inan ötesinde adeta somut bir dünya yaratmasından kaynaklanıyor. Oyuncularla toplanıp karakterlerin ve karakterler arası ilişkilerin üzerinden uzun uzun geçen, karakterler üzerine filme girmeyecek bir çok hikaye yaratan bir çalışmanın sonucu bu. Okuduğum bir yazı ise kafamda bu filmin Mike Leigh’in filmografisinde nasıl bir yere oturduğunu netleştirdi, yazıda tek bir cümlede bu filmin “yin” olan Naked’ın “yang” olduğunu söylüyordu. Esasında her ne kadar alışması zor olsa da bu güzel ve önemli bir hamle.

Benzer bir tartışmayı Cronenberg üzerinden de yapmıştım, Cronenberg’in artık eskisi gibi “b-movie”lere göz kırpan, yoğun plastik efekt destekli, bilim-kurguya sızan filmlerinin yerine hikayelerinin tekinsiz kısmını gerçek hayatta arayan, ki bu arama meselesi önemli olan, filmler çekiyor – yani fantastik, gerçek-dışı korkunun yanına gerçeğin tekinsizliğini eklemliyor. Bir anlamda şaşırtıcı olmaktan çıktığı zaman sadeleşerek şaşırtıyor bu sefer. Bence bu dönüşün izlerini Crash‘ten, belki de Dead Ringers’tan, itibaren ufak ufak görmek, karanlık olan gittikçe günlük hayatın içinde olmaya başlıyor bu dönemdeki Cronenberg filmlerinde (Spider‘dan itibaren iyice belirgenleşen bu değişim genelde son iki Cronenberg filminde, The History of Violence ve The Eastern Promises, iyice görünür ve eleştirilir olmaya başladı). ExistenZ her ne kadar ilk bakışta buna ters gözükse de, filmin sonu esasında tam bir kabus: filmin sonunda meğerse her şeyin bir sanal gerçeklik oyunun parçası olduğu ortaya çıkıyor, oyun(yani film) boyunca birbirlerinin kuyusunu kazan karakterler kazananı tebrik edip, el sıkışıyorlar – esasında sahne çok tuhaf bir şeye işaret ediyor, bu hamleyle birlikte film bir anlamda bitiyor (bu sahne bir anlamda bazı filmler bittikten sonra jenerikler akarken yapım aşamalarını, yapım hatalarını gösteren parçalarla örtüşüyor), yani filmin ilüzyonu dağılmasına rağmen film devam ediyor. Seyircinin bütün film boyunca gerildiği, korktuğu durumlar, sevdiği/sevmediği karakterlerin film tarafında da reddini görmek esasında filmin en rahatsız edici hamlesi.

Gene buradan Haneke’nin seneler önce yatakhanede bir kaç kişi dürüm yemek yerine VCDsini izlemeyi tercih ettiğimiz Funny Games‘ine atlamak mümkün. Film boyunca temiz giyimli, düzgün ağızlı iki psikopatın kural tanımazlıkları film evrenine filmin sonlarında yapılan geri sarma müdahelesiyle taşınıyordu; burada da çok kilit bir çelişki var: bahsettiğim müdahele seyirciye artık hiç bir kural kalmadığı sinyalini verirken, bir yandan da aynı müdahelinin sadece film evrenine özgü olmasıyla da seyirciye gene izlenilen şeyin bir film olduğu hatırlatılıyor; yani, artık korkunun sınırı yok ama bu sonuç olarak sadece bir film. İlk başta bizi çok etkileyen bu film sonradan Haneke’nin diğer filmlerini görünce bende başka hisler uyandırdı. Artık Haneke’den neredeyse hiç hazzetmiyorum, izleyicisini aşağılayan, onu sindiren, saygı duymayan ve kendini çok beğenen bir tarafı var Haneke’nin. Bir kere bu tavır bence bir yönetmene uymuyor, bir yazar belki bunu bir nebze başarabilir ama film ne olursa olsun bir endüstri, Haneke beğenmediği o insanların fonlarıyla çekiyor o filmi. Hatta resmen bir yamyamlık olarak nitelendirilebilecek kendi filmini, yani Funny Games’i, yeniden, bu sefer Hollywood için (ilk defa) İngilizce olarak, çekmesi de bu çelişkinin bariz bir örneği.

Haneke, olduğu yerde seker, yeni bir açılım yapamaz hatta kendi kendini yeniden üreterek kurduğu her şeyi yıkarken Leigh ve Cronenberg bence doğru bir hamle yapıp değiştiler. Belki Haneke de değişmek, Hollywood’a girmek ve New York entellektüellerince Starbucks’ta tanınmak istiyordu, bilemiyorum. Ama Leigh ve Cronenberg gerçekten hakkıyla işi kotardılar. Açıkçası Cronenberg’in The History of Violence‘ını The Eastern Promises’ dan daha başarılı buluyorum, ki esasında bir çizgi roman uyarlaması olduğunu, çizgi-roman önyargısı olan insanlara önyargım var, biliyor muydunuz? Bence değindiği noktalar daha sağlam ve tutarlı. Happy-Go-Lucky ise Leigh’in gerçekten bir usta olduğunun kanıtı, bütün filmografisine yeni anlamlar ekleyen, eski filmlerinin duruşu sağlamlaştıran  bir film.