Page 4 of 6

Sarah Arvio

Sarah Arvio Amerikalı bir kadın şair. İki tane şiir kitabı –Sono ve Visits from the Seventh var ve hâlen Princeton‘da yaratıcı yazım dersleri veriyor. Şiirleriyle bu sene  Boston Review dergisinin her yıl verilen şiir ödülünün onbirinci sahibesi olmasıyla karşılaştım. Yukarıdaki linklere ek olarak internetten bulabildiğim bir çok şiir yayımlandıkları yerler sırasıyla:

Şiirlerini kendi okuduğu parçalar için:

Bu da duvarını şenlendirmek isteyenler için bir hediye.

Kemal Kılıçdaroğlu vs Melih Gökçek – FIGHT!

Bir iki ay önce Amerikan Başkanlığı seçimleri çerçevesinde canlı canlı izlediğim kapışmaların bizim medya tarafından da işlenilmeye başlanılması tatlı bir sürpriz. Esasında zaten açık oturum türevi şeyler çok uzun zamandır ekranlarda, ama iki tartışmada da ortaya çıkan ideolojik görüşlerin çarpıştırılmasından ziyade kayıtlarla, belgelerle ve somut referanslarla konunun işlenişi. İzlediğim yabancı seçim tartışmalarından ayrıldığı nokta ise bizimkilerin gerçekten çok daha kıran kırana olması, laf sokmanın ötesinde zaman zaman neredeyse küfüre kayması. Kemal Kılıçdaroğlu iki tartışmaların ikisinde de, ilki Dengir Mir Mehmet Fırat, oluşu ve tartışmalarda iki tarafında birbirine konumlandırışı nedeniyle bana bir Street Fighter bir Mortal Kombat oyunlarından fırlamış bir dövüşçüyü anımsatmadı değil.

Bu jeton delisi oyunların hikaye modunda sırayla türlü türlü dövüşçülerle savaşılır ta ki en büyük dövüşçüye sıra gelene kadar, bu Recep Tayyip Erdoğan mı olur, Deniz Baykal mı yoksa Süleyman Demirel gibi eski bir sensei mi onu tahmin edemiyorum – heyecanlı nokta da bu, ama Kılıçdaroğlu’nun bu kadarla yetineceğini düşünmek zor, altın kemeri takmadan duracağını düşünmüyorum.

Bu dövüş ise bence Melih Gökçek ve Emin Çölaşan’ın kapışmasından daha iyi değildi ama karşılaştırılabilirler mi bilemeyeceğim, ne de olsa o tartışma yukarıda tanımını yapmaya çalıştığım tartışmalara tam uymuyordu.

Benim için Kemal Kılıçdaroğlu’nun tam olarak yendiğini söylemek zor, bir kere gerçekten de ilk andan çıkarması gereken 168 avroluk faturayı hiçbir zaman göstermedi, hep “sonra sonra”, “gelecek gelecek merak etme” yaptı. Benim için bir tatsız nokta da Kılıçdaroğlu’nun dosyasının isminin “İ. Melih Gökçek” olmasıydı. Bilmeyenler için, bu Emin Çölaşan’ın Melih Gökçek’e hitap şekli(ydi). Yıllarca “Türk basınının Amiral Gemisi” Hürriyet’te bu bayağı “espriyi” yapıp durdu.

Benim için de bu Emin Çölaşan’da sevmediğim her şeyi sembolize eden bir tavır, kendisinin eşcinselliği tuhaf ve kötü bir şey olarak gördüğünü ima etmesine de gene son kitabında, Her Kuşun Eti Yenmez, rastladım: Katıldığı bir davette Barbaros Şansal’la karşılaşmasını tuhaf biri olduğunu, cinsel eğiliminin farklı olduğunun aşikar olduğunu ama çok geçmeden ne kadar büyük bir aydın olduğunu anlayacağını söylüyor; aydın olmasını anlayışı da Barbaros Şansal’ın ortamda bulunan Sema Doğan ve tayfasına “sizi de biz, halk, kovacağız” minvalinden bir şeyler söylemesinden kaynaklanıyor. Kitap tam bir rezalet ya, oraya hiç girmemek lazım, kovulduktan bu yana geçen yılda ah nasıl sevildiğini, nasıl işsiz bir gazeteci olmasına rağmen sürekli en sevilen, en çok okunan gazeteci seçildiğini, Dinç Bilgin ve zamanında çok büyük bir tartışma içine girdiği Fatih Altaylı ile yaptığı yeni çıkacak gazete görüşmelerini falan anlattığı boş bir kitap, bolca tekrar ve bold karakter içeriyor (ha bu arada belirtmeden duramayacağım kendisinin Aydın Doğan ve Recep Tayyip Erdoğan hakkında söylediği nasıl olsa barışırlar laflarını Fatih Altaylı vesilesiyle kendisine de gönderiyorum buradan bir ton amatör şiir eşliğinde).

Kemal Kılıçdaroğlu bunların dışında da gene bu dövüş oyunlarında “taunt” diye tabir edilen hareketten yaptı, bu oyunlarda bir tuşa basınca karakter ne defans ne de atak yapar, yaptığı tek rakip oyuncuya caka satmak denilebilecek bir hareket yapmaktır: eliyle çağırır, arkasını döner vs. Kılıçdaroğlu’nun taunt’u ise gülmek, ya da sırıtmak, ve de “olur, tartışalım” demekti.

Melih Gökçek’e gelecek olursak, kendisi her zamanki gibi gene Melih Gökçek’ti, konuşmanın hemen başında daha bismillah demeden, içinden dediyse bilemiyorum, olayı şeref düzlemine çekmeye çalıştı; yolsuzluk şeresizlikse, yolsuzluk iftirası da şeresizliktir diyerek ilk kombosunu yaptı. Sonra Kemal Kılıçdaroğlu’nun billboard şakasına ise direk “başka konu konuşturmam!!!” diyerek mega süper defans yaptı, ki başka konuların feriştahını kendisi konuştu, o da muhtemelen programın en çirkin en rezil en utanç verici anıydı. Kendisi uzun uzun ardarda sayısız suçlama okudu, Kılıçdaroğlu’ndan başlayıp Murat Karayalçın ve diğer kişileri suçlar nitelikte, görünürde belgeye dayanmayan sayısız iddiayı ortaya attı. İşin kötü yanı, Karayalçın’a defalarca yüklendi kimi noktalardan, kendi dedikleriyle çelişmesine rağmen, ve şu an seçim rakibi olacak gibi gözüken birine bu yaptığı affedilebilir bir şey olmaktan çok uzaktı.

Uğur Dündar ise yılın tartışması olarak lanse ettiği tartışmayı yönetmekten uzaktı, bir kere Kemal Kılıçdaroğlu da gayet arada laf attı, “kaçamazsın, seni mahfedeceğimsss” tribinde şeyler de duyduk.  Bir öğretmen edasıyla yönettiği tartışmayı da adeta madem sessiz duramıyorsanız o zaman kitap okuma saatini kaldırıyorum çocuklar edasıyla bitirdi; ki ben kendisinde o hakkın bulunduğunu düşünmüyorum. Kılıçdaroğlu’na sevimli bakışının nedeninin ise Gökçek’in antipatikliği olduğunu düşünsem de, Gökçek’e ikide bir “Bakın Kılıçdaroğlu nasıl uslu uslu dinledi” demesi Kılıçdaroğlu’nun da öğretmenin sevdiği, örnek gösterdiği öğrenci rolüne yatması gerçekten komik anlardı.

Sonuç paragrafına yazacak bir şey bulamıyorum, tarz olarak ekranda gördüğüm üç kişiye de kesinlikle sempati duyamadığımı söylemem yeterli olur herhalde. Bir yolsuzluk varsa, üstüne gittiği için Kemal Kılıçdaroğlu’nu kutluyorum ama söylemini beğenmem mümkün değil.

Barack Obama

Duymayan olabilir mi? Barack Husein Obama II, 12. İmam olmasa da, 44. Amerika Birleşik Devletleri başkanı seçildi. Amerikan medyasına göre büyük fark atarak; ki bence bu yanıltıcı bir ifade. Rakibi John McCain’e karşı topladığı yaklaşık 59 milyon oy ile aşağı yukarı 6 milyon bir fark attı bu da demek oluyor ki Amerika’da yaşayan, ya da yaşamayıp oy hakkına sahip, 53 milyon kişi o ya da bu şekilde savaşın, dünyanın kaynaklarının ve de fakir halklarının sömürüsünün değişmesi gerektiğini düşünmüyor (bunların arasında daha önce bir blog-yazımda bahsettiğim gibi Obama ve yardımcısı Joe Biden Ermeni Soykırımı’na yakın durduğu için Cumhuriyetçiler safında yer alan Türk asıllı Amerikalılar da var).

Belki önümüzde gerçekten temelden, radikal bir değişim gerçekleşecek – bunu kestirmek mümkün değil, ki bu zaten zor bir ihtimal. Reel politiğin Obama’yı asla düşün(e)meyeceği şeyleri nasıl yapmaya zorlayacağını izleyeceğiz belki de. Fakat bu bir adım, çok da değerli bir adım. Hiç olmazsa bir ihtimal Amerika’nın iç dinamiklerini değiştireceği, yıllar sonunda diğer halklara da direkt bir olacağı için. Obama’nın mücadelesi muhtemelen asla o klişe, ve de çok çok çok gerçek, anlatımla günde, haftada, ayda bir kaç dolara yaşam mücadelesi verilen, suçu ABD dışında doğmak olan milyarlarca insana ulaşamayacak, peki ya mesajı?

Asıl ve gerçek mesaj bence Amerikan medyasının bağıra bağıra söylediği gibi bir Afro-Amerikalının demokrasinin beşiğinde beyazların hegemonyasına son vermesi değil, değişkenleriyle oynayınca heryerde geçerli olan ve herkes tarafından da anlaşılabilecek bir mesaj. O da Obama’nın çok kültürlülüğüne yapılan bir mesaj. Obama’yı Afro-Amerikan stereotipine hapsetmek bence büyük bir ahmaklık, çünkü, bilmeyen kaldıysa, Obama o artık kendi geleneğini ve kültürünü, üniversitelerde bölümlerini kurmuş, edebiyatıyla Nobel almış, Siyah Panterler ve Martin Luther King gibi siyasi oluşumlar/liderler çıkarmış yapıya tam da oturmuyor; nedeni ise alışıldık bir Afro-Amerikan ailenin çocuğu olmaması. Obama, Kenyalı siyahi bir baba ve Kansaslı beyaz bir bir annenin Hawaii’de okurken tanışıp evlenmelerinin sonucunda doğuyor. Ancak bir kaç yıl süren evliliğin sonunda baba Kenya’ya geri dönüyor, anne ve baba da, babanın durumu anladığım kadarıyla biraz daha karışık, ikinci kez evleniyorlar. Obama babasını sadece bir kez daha, o da 10 yaşındayken, görüyor sonra babasını bir otomobil kazasında kaybediyor. İlginç iki nokta var bu hikayede, annesinin ikinci evliliği Obama’yı Endonezya’ya götürüyor çocuk yaşlarda; öbürü ise Obama’nın üvey annesini birden fazla defa Kenya’da ziyaret etmiş olması. Bu karmaşık tabloyu yukarıda dediğim gibi Barack Obama’nın Afro-Amerikan basmakalıplarına sıkıştırmanın saçma olduğunu desteklemek için yazdım; elbette Obama arkasına bir siyahî rüzgar almıştır: hem kendisi oradan beslenmekte hem de oranın oylarıyla/desteğiyle büyümüştür. Fakat Obama 20. yüzyılın, aidiyet meselelerini, farklılığını etkin bir biçimde yaşamış biri. Sarah Palin’in altı yıl önce pasaport almış olması konusu Obama için en başından itibaren geçersiz, çok kimlikli bir çok farklı kökten beslenen biri var karşımızda.

Daha hatta ÇOK DAHA önemlisi, benim ve inanıyorum ki bu yazıyı okuyacak bir avuç sayıdaki için, Obama’nın farkı. Kimden? Mesela insanlığın baş düşmanı/tek umudu Terminatör Arnold Schwarzenegger’den. Schwarzenegger (ironik bir biçimde soyadı da black nigger gibi durmuyor mu Almanca, buna bir bakmak lazım) bir Cumhuriyetçi ve şu anda bulunduğu pozisyona (Kaliforniya valiliği) hem karısının yardımıyla, karısı ilginç bir biçimde Kennedy ailesinden, hem de tabii ki kendi şöhretine vs. borçlu. Peki ya Obama? Obama ise tam anlamıyla bizden biri daha doğrusu çoğumuzdan, en azından benden, iyi biri: Palin’in tam da suçladığı şekilde bir “community organizer”, bir sivil haklar savunucusu, üniversitede bir hoca vb. Obama, hadi o iğrenç tü-kaka kelimelerle söyleyeyeyim, entellektüel, aydın ve aktivist VE DE siyasetçi. Pis petrol şirketleriyle, fabrikalarla, medya kanallarıyla alakası olmayan alışık olmadığımız bir sorumluluk sahibi birey kendisi. Bu işte gerçekten uzun süre yankılanacak bir mesaj, Amerika’da azınlıklar başkan oluyordan ziyade Amerika’da hala temiz biri, vicdanlı biri başkan olabiliyor; yoksa Condolezza Rice ve Colin Powell oğul Bush yönetiminde başkan olmasalar bile yüksek pozisyonlara oturup bol bol saçmaladılar. Yanlış anlaşılmasın, evet azınlık mensubu biri olması elbette önemli, ama azınlık mensubu biri olup çıkar ağlarından birinde kendine yağlı bir köşe kapmış biri olsa bu kadar etkileyici olabilir miydi? Amerikan halkının hep seçtiği John Wayne tipi adamların son örneği olan bir savaş gazisi yerine bir düşünce adamını seçmesi bence güzel olan. Obama’ya bakıp siyah bir adam görmek isteyenler görebilir, ben yukarıda belirttiğim gibi sorumluluk sahibi, insancıl biri görüyorum.

Gerçekten de barış, umut ve değişimin mehdisi olup olmayacağını ise ancak zaman gösterecek.

not: bu fazla iyimser yazıyı ileriki günlerde telafi edeceğim.

not2: Obama’yı bu yaz Berlin’de gördüm, pışık!

Happy-Go-Lucky (2008, Mike Leigh) ve biraz Cronenberg, Haneke ve vs.

Maalesef izlediğim ve dinlediğim bir çok şeyi ilk denediğimde beğenmeyip, reddediyorum (çoğu kitapla ilişkim genelde bir kapaktan öbür kapağa gidene kadar birden fazla gün ve mekanda sürdüğünden üzerine düşünmeye fırsatım oluyor, bu reddetmeyi de yaşamıyorum). Haziran 21’de Amsterdam’da, gittiğim her şehirde sinemaya gitme gibi bir çabam var, izlediğim Happy-Go-Lucky de maalesef bu saçma itilmeyi yaşadı; bilmiyorum belki beni o esnada konuk eden Lülü’ye kurmaya çalıştığım karanlık, İngiliz işçi sınıfı hikayelerini çok başarılı çizen Mike Leigh figürüne kendimi kaptırıp (çok merak ettiğim diğer filmler gibi hakkında bir şeyler izlememe takıntısının sonucuyla) tamamen karanlık ve koyu kıvamlı bir film beklentilerle gittiğim sinemada bu “komik” filmi fazlasıyla yadırgadım.

Fakat üzerinden zaman geçtikçe filme yavaş yavaş ısınmaya başladım (öncelikle, itiraf etmem gerekiyor ki, kafamda filmi ve filmi izlerken her aptal espriye anıra anıra gülen seyircileri ayrıştırmam sanıyorum bunun yolunu açtı). Sonra film üzerine röportajlar izleyince Sally Hawkins’e hayran oldum, o kadar ince ve detaylı bir oyunculuk ki farketmem için aylar geçmesi gerekti, ya da ben salağım. Geçen gün filmden parçaları yeniden izleyince ise son kararımı verdim Mike Leigh belki de yaşayan en iyi oyuncu yönetmeni ve film çok iyi. Öncelikle bu tükürdüğümü yalama nedeninin altında yatan neden zaten filmi sevmemin nedeni, filmin ve Sally Hawkins’in başarısı esasında. O da Mike Leigh’in oyuncuları üzerinden, samimi söylüyorum!, klişe kalıpların işaret ettiği gerçekliğin ve inan ötesinde adeta somut bir dünya yaratmasından kaynaklanıyor. Oyuncularla toplanıp karakterlerin ve karakterler arası ilişkilerin üzerinden uzun uzun geçen, karakterler üzerine filme girmeyecek bir çok hikaye yaratan bir çalışmanın sonucu bu. Okuduğum bir yazı ise kafamda bu filmin Mike Leigh’in filmografisinde nasıl bir yere oturduğunu netleştirdi, yazıda tek bir cümlede bu filmin “yin” olan Naked’ın “yang” olduğunu söylüyordu. Esasında her ne kadar alışması zor olsa da bu güzel ve önemli bir hamle.

Benzer bir tartışmayı Cronenberg üzerinden de yapmıştım, Cronenberg’in artık eskisi gibi “b-movie”lere göz kırpan, yoğun plastik efekt destekli, bilim-kurguya sızan filmlerinin yerine hikayelerinin tekinsiz kısmını gerçek hayatta arayan, ki bu arama meselesi önemli olan, filmler çekiyor – yani fantastik, gerçek-dışı korkunun yanına gerçeğin tekinsizliğini eklemliyor. Bir anlamda şaşırtıcı olmaktan çıktığı zaman sadeleşerek şaşırtıyor bu sefer. Bence bu dönüşün izlerini Crash‘ten, belki de Dead Ringers’tan, itibaren ufak ufak görmek, karanlık olan gittikçe günlük hayatın içinde olmaya başlıyor bu dönemdeki Cronenberg filmlerinde (Spider‘dan itibaren iyice belirgenleşen bu değişim genelde son iki Cronenberg filminde, The History of Violence ve The Eastern Promises, iyice görünür ve eleştirilir olmaya başladı). ExistenZ her ne kadar ilk bakışta buna ters gözükse de, filmin sonu esasında tam bir kabus: filmin sonunda meğerse her şeyin bir sanal gerçeklik oyunun parçası olduğu ortaya çıkıyor, oyun(yani film) boyunca birbirlerinin kuyusunu kazan karakterler kazananı tebrik edip, el sıkışıyorlar – esasında sahne çok tuhaf bir şeye işaret ediyor, bu hamleyle birlikte film bir anlamda bitiyor (bu sahne bir anlamda bazı filmler bittikten sonra jenerikler akarken yapım aşamalarını, yapım hatalarını gösteren parçalarla örtüşüyor), yani filmin ilüzyonu dağılmasına rağmen film devam ediyor. Seyircinin bütün film boyunca gerildiği, korktuğu durumlar, sevdiği/sevmediği karakterlerin film tarafında da reddini görmek esasında filmin en rahatsız edici hamlesi.

Gene buradan Haneke’nin seneler önce yatakhanede bir kaç kişi dürüm yemek yerine VCDsini izlemeyi tercih ettiğimiz Funny Games‘ine atlamak mümkün. Film boyunca temiz giyimli, düzgün ağızlı iki psikopatın kural tanımazlıkları film evrenine filmin sonlarında yapılan geri sarma müdahelesiyle taşınıyordu; burada da çok kilit bir çelişki var: bahsettiğim müdahele seyirciye artık hiç bir kural kalmadığı sinyalini verirken, bir yandan da aynı müdahelinin sadece film evrenine özgü olmasıyla da seyirciye gene izlenilen şeyin bir film olduğu hatırlatılıyor; yani, artık korkunun sınırı yok ama bu sonuç olarak sadece bir film. İlk başta bizi çok etkileyen bu film sonradan Haneke’nin diğer filmlerini görünce bende başka hisler uyandırdı. Artık Haneke’den neredeyse hiç hazzetmiyorum, izleyicisini aşağılayan, onu sindiren, saygı duymayan ve kendini çok beğenen bir tarafı var Haneke’nin. Bir kere bu tavır bence bir yönetmene uymuyor, bir yazar belki bunu bir nebze başarabilir ama film ne olursa olsun bir endüstri, Haneke beğenmediği o insanların fonlarıyla çekiyor o filmi. Hatta resmen bir yamyamlık olarak nitelendirilebilecek kendi filmini, yani Funny Games’i, yeniden, bu sefer Hollywood için (ilk defa) İngilizce olarak, çekmesi de bu çelişkinin bariz bir örneği.

Haneke, olduğu yerde seker, yeni bir açılım yapamaz hatta kendi kendini yeniden üreterek kurduğu her şeyi yıkarken Leigh ve Cronenberg bence doğru bir hamle yapıp değiştiler. Belki Haneke de değişmek, Hollywood’a girmek ve New York entellektüellerince Starbucks’ta tanınmak istiyordu, bilemiyorum. Ama Leigh ve Cronenberg gerçekten hakkıyla işi kotardılar. Açıkçası Cronenberg’in The History of Violence‘ını The Eastern Promises’ dan daha başarılı buluyorum, ki esasında bir çizgi roman uyarlaması olduğunu, çizgi-roman önyargısı olan insanlara önyargım var, biliyor muydunuz? Bence değindiği noktalar daha sağlam ve tutarlı. Happy-Go-Lucky ise Leigh’in gerçekten bir usta olduğunun kanıtı, bütün filmografisine yeni anlamlar ekleyen, eski filmlerinin duruşu sağlamlaştıran  bir film.

günün köpüğü II

Türkiye Birleşmiş Milletler’de Güvenlik Konseyine girmiş [1] & [2].

***

Simin’in bana ucundan azıcık çevireceğini söyleyip çevirmediği Jonathan Littell yazısı, Le Mondé‘un tarihindeki en uzun yazıymış diye okumuştum, neyse ki Die Zeit tarafından çevirilip 16 Ekim sayısının Dossier eki olarak basılmış, bir kaç saat önce baktığımda yoktu (ya da ben bulamadım), ama 10 ytl’mle ne yapabilirim diye merak eden varsa üzerine 75 kuruş ekleyip Die Zeit alsın derim, o kadar güzel olmuş bu sayısı. Paracıklarımız uçuyor diye unuttuğumuz Gürcistan üzerine inanılmaz bir yazı; zamanda geriye gidince ise bu sefer Rusya üzerine bir yazıya rastlıyoruz. Biraz karıştırırsak İsrail ve Filistin üzerine de (zehir zemberek) bir şeyler de bulmak mümkün.

“Jonathan Littell kim lan, ne alaka?” diyenler için kendisi en merak ettiğim kitabın yazarı oluyor efendim. Jonathan, ya da muhtemelen arkadaşlarının onu çağırdığı adıyla John, Sci-Fi kitapları yazan bir babaya sahip, New York doğumlu fakat çocukluğunda ailesiyle beraber Paris’e göçmüş sonra da Yale’da edebiyat okumuş bir beyefendi (kendisinin kökenleri ise Rusya’ya dayanmakta; zamanında -1880’ler- çarın ölümü nedeniyle yükselen anti-semitizm dalgasından kaçıp ABD’ye gelmiş ailesi). Kendisi de ilk bilim-kurgu kitabını yazdıktan yıllar sonra ikinci kitabını Fransızca olarak, Les Bienveillantes (kitabın ismi Yunan mitolojisindeki Erinyes’e gönderme imiş; ben kendilerini Neil Gaiman’ın Sandman’i sağolsun The Kindly Ones olarak tanıyordum – ki esasında İngilizce çevirisi de böyle çıkıyor; bahar 2009’da), yayımlıyor. Kitap kısaca, II. Dünya Savaşı sonrası hatıralar denizine dalıp çıkan, direkt olarak Yahudi soykırımında yer almış eşcinsel bir Nazi Subayının hakkında. Kitap çıktığı yıl Fransız Akademisi ve Goncourt ödüllerini kazanıp, esasında çifte vatandaşlık vermeyen Fransa’ya bile Fransızca’ya yaptığı üstün hizmetlerden dolayı bir vatandaşlık verdirtiyor (mutlu son).

Sırasıyla, Alman basınını en güzelinden irdeleyen, Sign and Sight‘tan kitabın Almanca çevirisi ve yarattığı etki üzerine iki yazı;sıfır & bir & ‘ki.

***

Christopher Doyle kontrolünden geçmiş bir Criterion Collection Chungking Express blu-ray‘i. Para ve ardından blu-ray oynatabilmesinden dolayı bir playstation 3 ve de güzelinden bir ekran istemek düşüyor bana da.

***

Gene edebiyat: Frankfurt Kitap Fuarı’na resmen çıkartma yapılmış durumda.Fuar üzerine de bir çok şey yazılıp çiziliyor. Bu yazıyı da her gün güncelliyor olacağım yeni yazılar karşıma çıktıkça, kısa veya kötü bulduğum yazıları, mesela International Herald Tribune ve Guardian‘ın kısa kısa Orhan Pamuk’un nasıl baskıcı sistem karşıtı konuştuğuna değinmelerine ben yer vermeyeceğim.

Çok güzel bir arka plan yazısı ile başlayalım:
http://www.signandsight.com/features/1776.html

Genel itibariyle Die Zeit‘ın fuar üzerine yazdıklarını bu adresten takip etmek mümkün, ama ben arşiv amacıyla teker teker de yazacağım.

Murathan Mungan ve Çador üzerine:

http://www.zeit.de/2008/43/L-Mungan

http://www.zeit.de/online/2008/42/unser-istanbul

http://www.zeit.de/2008/43/L-Pamuk

Çok sayıda NZZ yazısı, özellikle farklılık ve kültürel çeşitlilik odaklı yazılar:

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/auf_dem_weg_zur_offenen_gesellschaft_1.1085002.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/die_fremden_im_land_1.1085011.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/diversitaet_als_programm_1.1085071.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/diversitaet__ein_reichtum_der_angst_macht_1.1084993.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/das_patriarchat_entlaesst_seine_toechter_1.1085057.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/emigration_in_die_deutsche_sprache_1.1085005.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/auf_dem_weg_zur_offenen_gesellschaft_1.1085002.html

http://www.nzz.ch/nachrichten/kultur/literatur_und_kunst/aus_der_tuerkei_schreiben_1.1085001.html

Perihan Mağden’den inciler:

http://afp.google.com/article/ALeqM5ibAAEsYERYJqDdirtiSaXQh3FyOg

Eurozine ise fuar şerefine Varlık’tan yazılar yayımlıyor:

http://www.eurozine.com/articles/2008-10-16-newsitem-en.html

Kim kimi seçiyor belli değil-

Bu yazıyı yazmaya başlayalı bir süre geçti, bu sürede yazı büyüdükçe büyüdü ama bir noktadan sonra benim Palin ilgim buna bağlı olarak da yazıya olan ilgim azaldı. Gereksiz yere şiştiğini düşündüğüm yerleri kırpılmış, otosansürden geçmiş haliyle buyrunuz:

Bir süredir Amerikan başkanlık seçimlerini izliyorum. Bu bile yeterince tuhaf esasında ama bence günahı o kadar büyük değil, ne de olsa CIA her şeyin altında ve CIA Amerikan örgütü; o yüzden izleyebiliriz (değil mi?). Yetmediyse, seçilecek kişinin yapacağı ekonomik program ve atılımlar, uygulayacağı Orta Doğu planı (Irak’ın üzerine bir de İran gerginliği ne de tatlı olur değil mi?), Ermeni Soykırımı “yaptırım”ları (bu konuda fikir beyan ediyorum sanılmasın, geçen gün Taraf gazetesinda yazdığı üzere başkan yardımcısı adayı Joe Biden yeni Amerikan Büyükelçi adayına, James Jeffrey, bir takım sorular yöneltmiş – aday bey de bu esnada büyükelçi olmuş; Beyaz Saray açıklaması ise şu şekilde) ve direkt olarak etkisini siyasal, ekonomik ve sosyal anlamlarda gümbür gümbür daha nice detay yüzünden bu seçim de bizim bu yalnız ve seksi ülkemizi yakından ilgilendiriyor.

Lafı uzatmadan duramıyorum besbelli, diyeceğim şuydu: bir kaç hafta önce bir perşembeyi cumaya bağlayan gece maalesef sabahlamak suretiyle Joe Biden ve Sarah Palin kapışmasını izledim, bu benim için de, her ne kadar bir önemi olmasa da, bir ilkti herhalde. Hayatımda sabahın beşinde televizyon izlediğimi hatırlamıyorum, eskiden NBA finalleri olsun, başka spor müsabakaları veya Emmy, Grammy ve Oscar türevi ödülleri izlemek için sabahı ya da ertesi günü bekleyemeyen insanları da uzaylı olarak görüyordum, kibarca ifade edecek olursam.

2:50 civarlarında çirkin oy analizcisi Frank Luntz (lütfen tıklayın da Wikipedia’da hakkında yazanları okuyun) şöyle bir kelam etmekte: “I’m mad as hell and I can’t take it anymore!”. Hatırlayan var mıdır? Replik Sidney Lumet’nin 1976 yapımı medya eleştirisinin şahı Network isimli filminde Howard Beale adlı ‘anchorman’in halkın diline pelesenk ettiği bir söz. Peter Finch tarafından canlandırılan, ki kendisi bu muhteşem performansıyla ‘en iyi yardımcı erkek oyuncu’ kucaklayamamış çünkü ödülü almasına rağmen daha ödüle adaylığı açıklanmadan maalesef ölmüş, ironik.  Howard Beale reytingleri düştüğü için işten çıkarılacağını öğrendiğinde yavaş yavaş akli dengesini yitiren bu haliyle haberleri sunmasının iyi reyting getireceği varsayılındığından yeniden haberleri sunmasına karar verilen, bu kararı da Diana Christensen rolüyle Mia Farrow veriyor (o da bu performansıyla Oscar alıyor), bu haberleri de daha çok bilinç akışı diye tabir edilen teknikle sunan bir arkadaş, Reha Muhtar’ın habercilik dönemleri arasındaki benzerlikler korkutucu ama geçiyoruz. Repliğe dönecek olursak, “I’m mad as hell and I can’t take it anymore!” esasında tam da cımbızla çekilmesi tehlikeli laflardan, tıpkı Beale gibi kullananın elinde patlaması çok mümkün (spoil etmek istemiyorum ama filmin izlenmesi gerçekten farz. Sözünü ettiğim sahne, ama bu söz ilerleyen bölümlerde de duyuluyor, yutupta var:

Neden bahsettiğim sanıyorum biraz şekillenebilmiştir; son günlerde Amerika’da ekonomik kriz, başkanlık seçimleri vs. ve de asıl olarak bu krizin, seçimin, adayların kendilerinin, aç parantez özel hayat kapa parantez, ve konuşmalarının  medyada ele alınışı vs. hepsi bizim topraklarda bence doğru, yanlış, gerçek, sanal gibi kavramların dışında en başta en hafifinden çirkin gözüküyor. Bush’un ve Al Gore’un “yarıştıkları” seçim herhalde rastladığım ilk Amerikan başkanlığı seçimiydi, o zamanlar da bana saçma gözüktüğünü hatırlayabiliyorum. Bir sonraki seçimden ise daha fazla şey hatırlıyorum, mesela bir Vietnam Savaşı gazisi olan Kerry’nin fotomontajla bir Vietnam savaş protestosunda konuştuğunu, ama aklımda kalan şey bu seçimin en iyimser ifadeyle 1 yıl boyunca, 2 yıla kadar uzatabiliriz herhalde, Amerikan basının gündemini en üst sıralarda işgal ettiğini ve görevde Başkan’a çamur atmak ve son bir yıl o Başkan’ın icraatlar konusunda bir anlamda elini kolunu bağlamak olduğuydu. Aslında hala çok farklı düşünmüyorum çünkü bu konuda ne düşünmem gerektiğini bilemiyorum. Mesela bizim ülkemizde “sözde” böyle seçim kampanyaları yok, lütfen en bariz Genç Parti örneğini geçiniz, en azından adayların tartıştıklarına şahit olamıyorduk, şükür o da bir süre önce gerçekleşti, Deniz Baykal’ın canlı kapışma isteği ise Recep Tayyip Erdoğan tarafından reddedildi. Arkadaşım Faşo-Feb Ertuğ’la bu konuda bir kaç önce yaptığımız lak-lakta o bu çamur atma olayını haksız rekabete benzetti ve engin hukuk deneyimine dayandırarak hukuk dışı olduğunu, daha doğrusu bir çok ülkede haksız rekabetin hukuk dışı olduğu gerçeği üzerinden, söyledi. Ben olayın bu kısmına hakim değilim o yüzden işin hukuksal boyutuna dair bir şey söylemeyeceğim. Fakat ben tartışmanın özünde iyi bir şey olduğunu düşünüyorum, kimin nerede durduğunu bilmek güzel ve önemli bir şey. Bizde yapılmayan tartışmalar yüzünden elini kolunu sallayan, tartışmaktan ziyade yumruklaşan milletvekillerimiz oluyor. Seçim kampanyaları ve bağışlar konusuna geri dönecek olursak bizde yoklar mı gerçekten? Yoksa biz mi dikkatli bakmadığımız sürece görmüyoruz. Genç Parti örneğini bir yana bırakacak olursak, yancı medya ve lobi faaliyetlerinin feriştahı sanırım bizim ülkemizde var. Seçim vaadi denilen şey bence bu kampanya mevzunun başaşağı çevirilmiş hali, otoban ve havalimanı yaptırmak dışında seçim tarihimiz türlü aşiretlere, ticaret gruplarına çekilen peşkeşlerle dolu; şirin bir oy kitlesi karşlığında. Tüm bu seçim öncesi ve sonrası tartışmaları, seçimi çevreleyen çirkin çıkar ağına karşı tavır almak gerektiğini düşününce ise aklıma Nazizm’in şirin ideoloğu Carl Schmitt geliyor – çıkmaz sokak.

Şimdilerde ise Palin’in kız kardeşinin boşanacağı eşinin işten çıkarılması için birisine geçmişte yaptığı baskının medyaya yansımasını takiben büyük bir prestij kaybına uğradığı yazılıp çiziliyor Amerikan medyasında. Demokratlar buna vurgu yaparken bir yandan da McCain tarafı vakt-i zamanında Mustafa Sandal’ın Bombacı şarkısı eşliğinde Vietnam savaşına karşı dikkat çekmek üzere oraya buraya infilak eden materyaller bırakan Bill Ayers ve Barack Obama’nın kankalığına dikkat çekilmek isteniyor, burada Palin’in Obama’yı terörist olmakla suçlanması da hatırlansın (Gene Hikmetyar ve Erdoğan’ın, Simin tarafından muhtemelen “çorap dünyası” olarak nitelendirilecek, fotoğrafı da aklıma geldi). Bence bu noktada bir durup herhangi bir kimsenin geçmişinin pırıl pırıl olamayacağını hatırlamakta fayda var, mümkün müdür bu kadar hummalı bir kazı çalışmasının sonucunda bir pislik bulmamak? Birisini geçmişine göre nasıl yargılayacağımız sorusuna maalesef bir cevap veremiyorum.

Ekler:
1. (Sanal) Başkanlık Reklamları Müzesi: http://www.livingroomcandidate.org/

2.Yazıda başta değindiğim ama sonradan sildiğim iki şey var, ilki yukarıdaki müzeyle ilgili: her iki başkan adayının verdikleri reklamlar üzerinden birbirlerine sataşmaları. Bunun pis tarafı yazıda geçen çamur at izi kalsının en belirgin örneği olması, izlediğim tv programlarında analistler sürekli negatif yorumların pozitif yorumlardan daha çok akılda kaldığını tekrarladı. Bu da demek oluyor ki oyun gerçekten çok pis, rakibiniz pis oynuyorsa sizi de bu yola itmiş oluyor (bu henüz Demokrat adayı kesinleşmemişken Hillary Clinton’ın çirkin propagandalarına Obama’nın ne yapacağı/ne kadar pis oynaması gerektiği ve bu pisliği olayı kadın-erkek meselesine çevirmeden nasıl kotarabileceği üzerine bir kez daha yaşanmıştı). Rezillik. İkincisi de Tina Fey’in, ilki gerçekten çok başarılı olan, yaptığı üç tane Sarah Palin taklidiydi. İlkinin metni çok iyi olmasa da performans çok iyiydi ikincisinde ise Sarah Palin’in CBS kanalının ‘anchorman’i Katie Couric’le (bu sefer anchormanimiz bir kadın) yaptığı röportaj ti ye alınıyordu. İkinci taklitte en komik olan sahne muhtemelen Sarah Palin’in gramer olarak felaket bir cümle kurma çabasıydı – asıl komik nokta ise bunun röportajdan direk alınmış olmasıydı. (Üçüncüsü ise en yukarıda bahsettiğim tartışma – ilgili vidyoları youtube’dan ve Saturday Night Live’ın sitesinden bulabilirsiniz).

3.Recep İvedik’ten koyduğum “Beni seç beni seç!” skecini artık su kaçırdığı gerekçesiyle sildim. Ona da yutup’dan erişebiliyorsanız (bu linki özellikle vermiyorum).

4.Hâla youtube’a giremiyorsanız google’a girip “hosts”+”youtube”+”dosya” diye aratıp bir şeyler bulabilirsiniz.

« Older posts Newer posts »

© 2024 Belki

Theme by Anders NorenUp ↑