Page 3 of 6

New Yorker deneme aboneliği

Firefox’un Adblock isimli çılgın bir eklentisi var, çoğu reklamı engelliyor ve onları görünmez kılıyor. Cumartesi gecesi uyuyamayıp JSTOR’dan yüz yıl öncesinin Almanca Türk filolojisi dergilerinde Leon Cahun karıştırırken Firefox’um yüze yakın tab açmam sonucu çöküp benim de aradan ayıklamaya üşenmem sonucu (Firefox’un betasını kullandığım 3.5 sürümünde her açılışta geçen oturumda açık olan tablerin bir dökümü çıkıp hangilerini açmak istediğinizi size soruyor, bayağı kullanışlı) ben de Google’ın Chrome tarayacısını kullanmak durumunda kaldım böylelikle de New Yorker dergisinin dört haftalık deneme promosyonundan da haberim oldu. Promosyon sayesinde dört hafta süresince her hafta pazartesileri yeni yayımlanan sayısının dijital versiyonuna (derginin fiziksel halinin birebir bir dijital kopyası) ve daha da güzeli arşivi karıştırmak mümkün. Dergiyi bilmiyorsanız, her hafta güzel incelemeler ve de gerçekten güzel şiir ve öyküler (mesela bu hafta bir tane Salman Rushdie öyküsü) var – bir kısmı da sıkıcı sıkıcı etkinlikler listesi.

Şuradan kayıt olunuyor, iyi okumalar:

http://archives.newyorker.com/skins/realview/tny/register.asp?pub=The%20New%20Yorker

Robinson Crusoe 389’da bu da böyle bir anımdır

Pazar sabahları İstiklal Caddesi gecenin uzantısı gibi boş ve üstünde tek tük karşınıza çıkan kişiler de polislerin çok iyi davranmadıklarından. Neyse geçtiğimiz pazar, gazete ve aylık dergi faslından sonra [ki bu dergi faslı da Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümüne verilen tepkilerin tuhaflığı, yerel seçim ve sonrası ve şiddet, “çoluk çocuk” dinlemeden, üzerine şeyler okumak anlamına geliyordu; bir ayda ne kadar çok şey olmuş] Robinson Crusoe 389 adlı kitapçıya uğradım.

O erken vakitlerde dükkanda sadece yabancılar oluyor, ben de kitap karıştırırken aksanından Amerikalı olduğu anlaşılan biri kasaya Monstrosity of Christ [1][2] kitabının olup olmadığını sordu (kitap Zizek ve Milbank’ın uzun süredir süren teolojik polemiklerinin son meyvesi). Ben de o esnada gene Zizek’in Tarrying with the Negative kitabına bakıyor olduğumdan, çalışan bakması lazım olduğunu söyleyince “yok” deyiverdim.  Bunun üzerine Amerikalı beyimiz hemen yanıma gelip “kitabı nereden biliyorsun?” diye sordu, ben de eh meh diyip elimdeki kitabı gösterip “i like Zizek” tadında abuk bir şey dedim sanırım.Ben kitabın yeni çıktığını buraya gelene kadar biraz zaman geçeceğini falan söyledim. Bunun üzerine kendisi “ha o kitabı ben editledim, adım Creston Davis” dedi, adımı sordu el sıkıştık hemen ardından “nerede okuyorsun, hocaların komünist mi dedi?” diye soruverdi. Ben gene zar zor “ya Marxist eğilimli olabilirler, yani post-Marxist olabilirler” diyebildim. Bunu duyduktan sonra bir an durdu, sonra sırıtıp gitmesi lazım olduğunu söyledi sonra tam yanımdan geçerken de “Keep up the revolution!” diyip gitti.

Bense biraz daha durdum, kitabın galiba zaten  sipariş edilmiş olabileceğinden, Zizek’in en az hangi kitaplarının sattığından, biraz da Bolano’nun 2666‘sı üzerine lak lak ettim, Ricoeur’ün The Just ve Deleuze & Guattari’nin What is Philosophy‘sini aldım. Meydana doğru yürürken de aklıma Zizek’in geçen yaz verdiği şu soru-cevap röportajın Esin’le şaka mottomuz haline gelen son kuplesini hatırladım:

Tell us a secret.

Communism will win.

Resident Evil 5’ten Kuzey Koreli iki süper doktorun maceralarına

Bu yazının çok büyük bir kısmını 22 Şubat’ta yazmışım, şimdi biraz düzeltip bir son ekleyerek yayınlıyorum.

***

Resident Evil serisiyle sanırım ilk olarak serinin üçüncüsünü arkadaşımda oynarken, ya da o oynayıp ben izlerken tanışmıştım (böyle bir oyun oynama konsepti de var(dı): izlemek ya da sözkonusu oyun bilgisayarda oynanıyor ise klavyenin uzak bir köşesine atanan silah tuşuna “bas!” komutuyla beraber basmak). Sonradan bu oyunun hastası olmuş sıra arkadaşım tarafından derslerde taciz edilecek, oyundaki en güçlü yaratık olan Nemesis’in sayıklamalarının taklitlerine maruz kalacaktım (“Starssss” aklımdan hiç çıkmayanı oldu, Aras seni gene saygıyla anıyorum). Seri kısaca, diğer zombi filmleri, kitapları vs. gibi insandan zombiye terfi eden yaratıklara karşı savaşan kahramanların (her oyunda farklı olmasalar bile birden fazla) amansız mücadelesini anlatıyordu. Seri, Street Fighter’dan tanınan Japon oyun üretici Capcom tarafından yapılmıştı ve her Capcom oyunu gibi serideki her oyun rezil seslendirmeler ve iğrenç ötesi bir senaryoya sahipti. Sonradan seri bir üçleme halinde filme çekildi, başrolde Milla Jovovich ve onun kocası Paul W.S. Anderson yönetmen olmak üzere, sinir bozucu bir isim benzerliği;  There Will Be Blood Paul Thomas Anderson ile bir alakası yok. Her film bir öncekinden daha kötüydü. Hele üçüncü film artık tür karmaşası olarak izlenesi bir güzel film, Matrix Revolutions’daki (o da az tırt bir film değildi) Neo vari güçlere kavuşmuş Milla türlü türlü osuruktan pseudo-scientific güçleriyle bullet-time’da hüzün bekçisi bakışlarıyla kah sürgünde kah zombi kafası kopartırken görülebilir.

Oyunlara geri dönecek olursak, ben adam gibi ilk olarak Resident Evil 4 oynadım. RE4 kaçırılan Amerikan Başkanı’nın kızının peşinden İspanya taraflarına gönderilen bir Amerikan ajanınına odaklanan bir hikaye sahipti. Şu ana kadar söylememiş olduğum önemli bir öğesi var bu oyunların, o da oyunların sırtını aksiyondan ziyade daha çok korku temasına dayamış olduğu. Bu oyunlarda karşınıza tek tük mermi çıkar, genelde asla tam olarak iyileşmenizi mümkün kılmayacak kadar az ilk yardım pakedi çıkar, karakteriniz süper hızlı koşup, çok iyi nişan alamaz, belirli sayıda silah taşıyabilir, her yeri göremez, kafası çok hızlı dönmez vs. yani bir bakıma oyun yapısı gereği sınırlı, sınırlandırıcıdır belki de gerilimi yaratan his de budur. Fakat RE4 yeni bir korku mekaniği tanıtmış oldu seriye, o da bu sefer düşman rolünde zombi görünümlü olmayan, İspanyol köylüleriydi, elbette ki bunlar da bir virüs yüzünden bilinçlerini kaybedip sonra da yavaş yavaş zombileşecekler [alegorik okuma ise kaçınılmaz, dünyanın uzak bir köşesindeki çiftçiler/köylüler çok uluslu kâr dışında başka bir şey gütmeyen bir şirketin elinde esir olup kendilerini bile değil beyinlerini yıkayamış olan sistemi ayakta tutmak dışında bir şey düşünemeyecek hale geliyorlar, hmm, kapitalizm?]. Bildiğim kadarıyla RE4 konusu ve konusunu ele alış itibariyle eleştiri almadı. Zombiden çok insana benzeyen zombiler bir “yenilik” ve “gerçekçilik” unsuru olarak övüldüler. Re4’teki Katolik Hristiyanlığı ve gizli Hristiyan tarikatları, Opus Dei, vs. andıran öğeler ise hiç eleştiri görmeden muhtemelen daha sağlam ve korkutucu bir atmosfer yarattıkları gerekçesiyle de sevildiler, kuşkusuz Amerikan dolarının üzerindeki İlluminati gözü, Da Vinci Code gibi saçmalıkların da etkisi oldu.

Şimdi ise kazanlar kaynıyor. Yakın bir zaman içerisinde serinin beşinci oyunu çıktı, adı pek yaratıcı değil: Resident Evil 5. Yukarıda bir önceki oyuna uzun değinmemin nedeni bir karşılaştırma için zemin hazırlayabilmekti; bu defa mekan İspanya’dan Afrika’da hayali, kurgusal bir ülkeye, Kijuju, taşınmış,; kurgusal olmasını özellikle vurgulamak istiyorum- sonra değineceğim. Oyunun sadece demosunu oynamaya fırsat bulabildim, şu sıralar pek vaktim olmadığı için de bir süre oynayabileceğimi sanmıyorum. Her ne kadar oyunu tümüyle bitirmeden oynamış olsam da çok açık bir kaç nokta var: bir tür virüs yüzünden  başkalaşım geçirip zombi gibi gözüken, fakat hastalığın ileri boyutlarında iyice tuhaflaşan siyahî Afrikalılar ve onları kurtarmak için onları öldüren bir beyaz Amerikalı. Bu virüsü yayanlar da, yani yüzlerce güçsüz siyahîyi öldürdükten sonra bölüm sonu canavarı olarak çıkanlar ise elbette diğer beyaz Amerikalılar.

İlk olarak  Wikipedia’ya bakınca oyundaki düşmanların adı olan majini kelimesinin Swahili dilinde kötü ruh anlamına geldiğini gördüm [1]. Swahili dili oyunun geçtiği ülke olan Kijuju’nun olası coğrafyasını biraz daraltıyor, Swahili Kenya, Uganda ve Tanzanya’nın resmi dillerinden biri ve de demografik dağınıklık nedeniyle de, belirtmeme gerek var mı bu dağılma keyfiyetten çok uzak, mülteci popülasyonların sonucu, Orta-Batı Afrika’nın çoğunda konuşuluyor : Burundi, Mozambik, Somali, Kongo Demokratik Cumhuriyeti ve Rwanda diğer belirtilen ülkeler.

Yukarıdaki vidyoyu bir çok vidyo arasından özellikle seçtim, izledikten sonra elbette megafonla bağıran ve sonra hep birlikte saldırıya geçen Afrikalılar dikkatinizi çekmiştir [2].  İzlediyseniz eğer bu son yıllarda Afrika’da geçen filmlerden fazlasıyla alışıkdık bir görüntü, sıralayacak olursam son yıllarda Afrika’da geçen ana-akım filmlerden izlediklerim The Constant Gardener, Blood Diamond, Hotel Rwanda, The Last King of Scotland , Black Hawn Down, Hunting my Husband’s Killers, Shooting Dogs, Tears of the Sun, The Interpreter ve de 24 dizisinin TV filmi ve de son sezonu olan yedinci sezonu (ve hatta Lost’ta bile Mr. Eko vasıtasıyla Nijerya ve çizgi roman evreninden Black Panther’ın kralı olduğu Wakanda, ki bu da henüz gösterime girmemiş olan Wolverine filminde geçiyor) . Hepsi ya soykırıma varan düzeylerde  kollektif bir şiddet (ve bunun uzantısı olarak çocuk askerler), silah, elmas ve uyuşturuc kaçakçılığı, ya da Constant Gardener örneğinde görülebileceği üzere bir epidemik olan AIDS üzerine (bu yüzden RE5’in fazlasıyla bu filmik evrenden beslenip onun içinde yer aldığını  söyleyebiliriz).

Yukarıda vurguladığım kurmaca ülke teması [3] ise son saydığım filmlerde de var, The Interpreter Matobo isimli bir ülkede, 24 ise Sangala’da geçiyor ama iktidardan darbeyle devrilen başbakanın adı da Matobo, ilginç. Matobo ülkesinde konuşulan Ku dili gene Swahili dilinden beslenmekte, Sangala ise hem Burundi’de bir balığın adı hem de Gabon’da bir şehir. Sonuç olarak özellikle Swahili referanslarıyla belirginleşen bir gönderme var, ülkeler her ne kadar hayali olsalar da çok belirgin olarak belli bir coğrafi ve politik bağlamlara işaret ediyorlar. Uzun uzun bu kadar şeyi aslında sadece ufacık bir şeyi söyleyebilmek için yazdım: bir ülke kurgulama eylemi esasında basit ve masum gözükürken esasında bir yandan yaratıcı özgürlük sağlarken bir yandan da yaratıcı sorumluluktan kurtulmak oluyor. Gene referansların hayalî düzleminde yaratılan hayalî ülkeler ise sözde hiçbirini temsil etmeyip hepsinin ortak özelliklerine yapılan referanslarla bir anlamda tüm havzanın temsiline, devletler üstü bir alegorisine dönüşüyor. Herhalde meta-ırkçılık olarak tanımlayabileceğimiz bu eylem asla bölgeyi parçalayan problemlere hakkaniyetiyle de yaklaşmamış oluyor, sadece yavan bir romantizm, filmlerin çoğunun bir yasak aşk hikayesini barındırmaları tam bir muamma, ve hüzün sonlarda karşımıza çıkıyor. Sonuç olarak akılda kalan Sahra altı havzanın kana susamış, politik bir yamyamlık olgusunda hapsolmuş bir temsil. Öyle ki esasında “medeniyet” Afrika’ya hiç uğramamış, sürekli sağlanması için dış yardıma muhtaç.

Bitirirken, keşfetmiş olmaktan saklayamadığım bir gururla, bir çizgi romanı paylaşmak istiyorum. Çizgi roman, bekleyeceğiniz üzere DC veyahut Marvel’ın değil, Kuzey Kore’de 2001’de çıkmış. İlk linkte gayet iyi bir arkaplan anlatısı var, o yüzden detaya girmeye gerek duymuyorum: buyrun Blizzard in the Jungle: (1)(2)(3)


***

[1] Bir önceki oyunda düşmanların adı Los Ganados’tu; o da İspanyolca sürü demekmiş – sürü zombi filmlerinden alışık olduğumuz bir kavram, tek ve kritik bir farkla: bu seride sürü “swarm intelligence” diye adlandırılan bir kolektif zekadan ziyade “hive mind” denilebilecek bir biçimde yapılanmış, zihinler birbirine bağlı ama tepeden gelen bir komutun uzantısı olarak eylemler gerçekleştiriliyor – en tepedeki komut veren ise elbette bir beyaz.

[2] Burada konudan azıcık uzaklaşıp şunu söylemeyi gerekli buluyorum, oyun endüstrisi büyüdükçe bir başka endüstriyi fazlasıyla andırıyor: sinema. Hikaye anlatımı, müzik kullanımı ve diğer bir çok öğe oyun ve sinema endüstrileri arasında ki farkı sadece izleyici katılımına indirgeyen bir boyutta (burada elbette çok satan oyunlar ve Holywood’u karşılaştırıyorum).

[3] Tam bu yazıyı tamamlarken Wikipedia‘da bu kurmaca ülkelerin listesine rastladım, içinde neler var neler.

Examined Life: Philosophy in the Streets (Güncellendi)

Bir kaç yıl öncesinin Zizek! filmini yöneten Astra Taylor’ın yeni filmi Examined Life: Philosophy in the Streets. . İsmi itibariyle çok fazla açıklamaya gerek duymayan filmde Cornel West, Avital Ronell, Peter Singer, Kwame Anthony Appiah, Martha Nussbaum, Michael Hardt, Slavoj Žižek ve Judith Butler gözüküyor imiş.

Kısacık fragmanı ise aşağıdaki adresten izlenebilir.

http://www.zeitgeistfilms.com/examinedlife/

Not: Film İstanbul Film Festivalinde gösteriliyormuş, kaçırmışım.

Ayrıca: N+1 dergisinde filmin yönetmeniyle ilgili bir röportaj da varmış, bıyrın.

Başka röportajlar: [1] [2].

Son olarak, film elime geçti, KG sağolsun, bilet kalmadığını hesaba katarak yorumlarda filmi paylaşıyorum.

Ek:  Ocak’a farkettim ki muhtemelen 2006da yapılmış en güzel film olan Old Joy‘un uzun zamandır beklediğim soundtrack’i çıkmış, daha doğrusu filmin müziklerini yapan Yo La Tengo, yaptığı diğer film müzikleriyle birleştirerek kendi plak şirketinden bir albüm çıkarmış, They Shoot, We Score adıyla. Grubun sitesinden 10 dolar (ten baks) vererek sayısal ya da CD formatlarında alabilirsiniz . Albümün ilk parçası ise şurada.

Zizek Sıçarsa

Harper’s Magazine‘de, kısaca özetleyecek olursam, Zizek’in Chomsky’den alıntıladığı bir lafın, Obama’nın güneşlenmiş bir beyaz olduğu iması, gerçekten Chomsky tarafından mı yoksa Berlusconi tarafından mı sarfedildiğine dair ufak bir detektiflik var.  Zizek’in bence böyle bir hata yapması, her ne kadar kendisi bunu belli fiziksel nedenlerden ötürü -yazının yayımlanmana tarihi Berlusconi’nin benzer bir lafı etmesinden önceymiş- inkar edip kaynağını Sloven medyası olarak gösterse de,  mümkün ve kabul edilebilir. Hatta hatasız ve tekrarsız bir Zizek düşünemiyorum, Bülent Somay Metis’te editör olarak çalışırken Zizek’in kitaplarından sürekli yanlış düzelttiklerini anlatmıştı, benim de aklıma Looking Awry’nin başlarında Midas olması gereken tuttuğunu altın eden adamda adların yanlış olduğu geliyor aklıma – bu tabii ki yaptığı şahane tespiti etkilemiyor. Asıl tartışılacak nokta ve bence Zizek’in sıvadığı an ise, bu lafa farklı yanlardan yaklaşmayı denemek; üşengeçler için benzetmenin çirkinliğine dair daha fazla yorum yapmadan:

“In attributing to Noam Chomsky the statement that Obama is a white guy who took some sun-tanning sessions, I repeated an untrue claim which appeared in Slovene media, so I can only offer my unreserved and unconditional apology.

I would like to add that, even if the statement I falsely attributed to Chomsky were to be truly made by him, I would not consider it a patronizingly racist slur, but a fully admissible characterization in our political and ideological struggle. There are African-American intellectuals who allow themselves to be fully co-opted into the white-liberal academic establishment, and they are loved by the establishment precisely because they seem “one of us,” white with a darkened skin. This is why, I think, the statement I falsely attributed to Chomsky does NOT amount to the same as Silvio Berlusconi’s misleadingly similar characterization of Obama as beautiful and well tanned: Berlusconi’s remark dismissed Obama’s blackness as an endearing eccentricity, thus obliterating the historical meaning of the fact that an African-American was elected President, while the remark I falsely attributed to Chomsky, if accurate, would point towards the ambiguous way Obama’s blackness can be instrumentalized to obfuscate our crucial political and economic struggles”.

« Older posts Newer posts »

© 2024 Belki

Theme by Anders NorenUp ↑