Bu yazının çok büyük bir kısmını 22 Şubat’ta yazmışım, şimdi biraz düzeltip bir son ekleyerek yayınlıyorum.

***

Resident Evil serisiyle sanırım ilk olarak serinin üçüncüsünü arkadaşımda oynarken, ya da o oynayıp ben izlerken tanışmıştım (böyle bir oyun oynama konsepti de var(dı): izlemek ya da sözkonusu oyun bilgisayarda oynanıyor ise klavyenin uzak bir köşesine atanan silah tuşuna “bas!” komutuyla beraber basmak). Sonradan bu oyunun hastası olmuş sıra arkadaşım tarafından derslerde taciz edilecek, oyundaki en güçlü yaratık olan Nemesis’in sayıklamalarının taklitlerine maruz kalacaktım (“Starssss” aklımdan hiç çıkmayanı oldu, Aras seni gene saygıyla anıyorum). Seri kısaca, diğer zombi filmleri, kitapları vs. gibi insandan zombiye terfi eden yaratıklara karşı savaşan kahramanların (her oyunda farklı olmasalar bile birden fazla) amansız mücadelesini anlatıyordu. Seri, Street Fighter’dan tanınan Japon oyun üretici Capcom tarafından yapılmıştı ve her Capcom oyunu gibi serideki her oyun rezil seslendirmeler ve iğrenç ötesi bir senaryoya sahipti. Sonradan seri bir üçleme halinde filme çekildi, başrolde Milla Jovovich ve onun kocası Paul W.S. Anderson yönetmen olmak üzere, sinir bozucu bir isim benzerliği;  There Will Be Blood Paul Thomas Anderson ile bir alakası yok. Her film bir öncekinden daha kötüydü. Hele üçüncü film artık tür karmaşası olarak izlenesi bir güzel film, Matrix Revolutions’daki (o da az tırt bir film değildi) Neo vari güçlere kavuşmuş Milla türlü türlü osuruktan pseudo-scientific güçleriyle bullet-time’da hüzün bekçisi bakışlarıyla kah sürgünde kah zombi kafası kopartırken görülebilir.

Oyunlara geri dönecek olursak, ben adam gibi ilk olarak Resident Evil 4 oynadım. RE4 kaçırılan Amerikan Başkanı’nın kızının peşinden İspanya taraflarına gönderilen bir Amerikan ajanınına odaklanan bir hikaye sahipti. Şu ana kadar söylememiş olduğum önemli bir öğesi var bu oyunların, o da oyunların sırtını aksiyondan ziyade daha çok korku temasına dayamış olduğu. Bu oyunlarda karşınıza tek tük mermi çıkar, genelde asla tam olarak iyileşmenizi mümkün kılmayacak kadar az ilk yardım pakedi çıkar, karakteriniz süper hızlı koşup, çok iyi nişan alamaz, belirli sayıda silah taşıyabilir, her yeri göremez, kafası çok hızlı dönmez vs. yani bir bakıma oyun yapısı gereği sınırlı, sınırlandırıcıdır belki de gerilimi yaratan his de budur. Fakat RE4 yeni bir korku mekaniği tanıtmış oldu seriye, o da bu sefer düşman rolünde zombi görünümlü olmayan, İspanyol köylüleriydi, elbette ki bunlar da bir virüs yüzünden bilinçlerini kaybedip sonra da yavaş yavaş zombileşecekler [alegorik okuma ise kaçınılmaz, dünyanın uzak bir köşesindeki çiftçiler/köylüler çok uluslu kâr dışında başka bir şey gütmeyen bir şirketin elinde esir olup kendilerini bile değil beyinlerini yıkayamış olan sistemi ayakta tutmak dışında bir şey düşünemeyecek hale geliyorlar, hmm, kapitalizm?]. Bildiğim kadarıyla RE4 konusu ve konusunu ele alış itibariyle eleştiri almadı. Zombiden çok insana benzeyen zombiler bir “yenilik” ve “gerçekçilik” unsuru olarak övüldüler. Re4’teki Katolik Hristiyanlığı ve gizli Hristiyan tarikatları, Opus Dei, vs. andıran öğeler ise hiç eleştiri görmeden muhtemelen daha sağlam ve korkutucu bir atmosfer yarattıkları gerekçesiyle de sevildiler, kuşkusuz Amerikan dolarının üzerindeki İlluminati gözü, Da Vinci Code gibi saçmalıkların da etkisi oldu.

Şimdi ise kazanlar kaynıyor. Yakın bir zaman içerisinde serinin beşinci oyunu çıktı, adı pek yaratıcı değil: Resident Evil 5. Yukarıda bir önceki oyuna uzun değinmemin nedeni bir karşılaştırma için zemin hazırlayabilmekti; bu defa mekan İspanya’dan Afrika’da hayali, kurgusal bir ülkeye, Kijuju, taşınmış,; kurgusal olmasını özellikle vurgulamak istiyorum- sonra değineceğim. Oyunun sadece demosunu oynamaya fırsat bulabildim, şu sıralar pek vaktim olmadığı için de bir süre oynayabileceğimi sanmıyorum. Her ne kadar oyunu tümüyle bitirmeden oynamış olsam da çok açık bir kaç nokta var: bir tür virüs yüzünden  başkalaşım geçirip zombi gibi gözüken, fakat hastalığın ileri boyutlarında iyice tuhaflaşan siyahî Afrikalılar ve onları kurtarmak için onları öldüren bir beyaz Amerikalı. Bu virüsü yayanlar da, yani yüzlerce güçsüz siyahîyi öldürdükten sonra bölüm sonu canavarı olarak çıkanlar ise elbette diğer beyaz Amerikalılar.

İlk olarak  Wikipedia’ya bakınca oyundaki düşmanların adı olan majini kelimesinin Swahili dilinde kötü ruh anlamına geldiğini gördüm [1]. Swahili dili oyunun geçtiği ülke olan Kijuju’nun olası coğrafyasını biraz daraltıyor, Swahili Kenya, Uganda ve Tanzanya’nın resmi dillerinden biri ve de demografik dağınıklık nedeniyle de, belirtmeme gerek var mı bu dağılma keyfiyetten çok uzak, mülteci popülasyonların sonucu, Orta-Batı Afrika’nın çoğunda konuşuluyor : Burundi, Mozambik, Somali, Kongo Demokratik Cumhuriyeti ve Rwanda diğer belirtilen ülkeler.

Yukarıdaki vidyoyu bir çok vidyo arasından özellikle seçtim, izledikten sonra elbette megafonla bağıran ve sonra hep birlikte saldırıya geçen Afrikalılar dikkatinizi çekmiştir [2].  İzlediyseniz eğer bu son yıllarda Afrika’da geçen filmlerden fazlasıyla alışıkdık bir görüntü, sıralayacak olursam son yıllarda Afrika’da geçen ana-akım filmlerden izlediklerim The Constant Gardener, Blood Diamond, Hotel Rwanda, The Last King of Scotland , Black Hawn Down, Hunting my Husband’s Killers, Shooting Dogs, Tears of the Sun, The Interpreter ve de 24 dizisinin TV filmi ve de son sezonu olan yedinci sezonu (ve hatta Lost’ta bile Mr. Eko vasıtasıyla Nijerya ve çizgi roman evreninden Black Panther’ın kralı olduğu Wakanda, ki bu da henüz gösterime girmemiş olan Wolverine filminde geçiyor) . Hepsi ya soykırıma varan düzeylerde  kollektif bir şiddet (ve bunun uzantısı olarak çocuk askerler), silah, elmas ve uyuşturuc kaçakçılığı, ya da Constant Gardener örneğinde görülebileceği üzere bir epidemik olan AIDS üzerine (bu yüzden RE5’in fazlasıyla bu filmik evrenden beslenip onun içinde yer aldığını  söyleyebiliriz).

Yukarıda vurguladığım kurmaca ülke teması [3] ise son saydığım filmlerde de var, The Interpreter Matobo isimli bir ülkede, 24 ise Sangala’da geçiyor ama iktidardan darbeyle devrilen başbakanın adı da Matobo, ilginç. Matobo ülkesinde konuşulan Ku dili gene Swahili dilinden beslenmekte, Sangala ise hem Burundi’de bir balığın adı hem de Gabon’da bir şehir. Sonuç olarak özellikle Swahili referanslarıyla belirginleşen bir gönderme var, ülkeler her ne kadar hayali olsalar da çok belirgin olarak belli bir coğrafi ve politik bağlamlara işaret ediyorlar. Uzun uzun bu kadar şeyi aslında sadece ufacık bir şeyi söyleyebilmek için yazdım: bir ülke kurgulama eylemi esasında basit ve masum gözükürken esasında bir yandan yaratıcı özgürlük sağlarken bir yandan da yaratıcı sorumluluktan kurtulmak oluyor. Gene referansların hayalî düzleminde yaratılan hayalî ülkeler ise sözde hiçbirini temsil etmeyip hepsinin ortak özelliklerine yapılan referanslarla bir anlamda tüm havzanın temsiline, devletler üstü bir alegorisine dönüşüyor. Herhalde meta-ırkçılık olarak tanımlayabileceğimiz bu eylem asla bölgeyi parçalayan problemlere hakkaniyetiyle de yaklaşmamış oluyor, sadece yavan bir romantizm, filmlerin çoğunun bir yasak aşk hikayesini barındırmaları tam bir muamma, ve hüzün sonlarda karşımıza çıkıyor. Sonuç olarak akılda kalan Sahra altı havzanın kana susamış, politik bir yamyamlık olgusunda hapsolmuş bir temsil. Öyle ki esasında “medeniyet” Afrika’ya hiç uğramamış, sürekli sağlanması için dış yardıma muhtaç.

Bitirirken, keşfetmiş olmaktan saklayamadığım bir gururla, bir çizgi romanı paylaşmak istiyorum. Çizgi roman, bekleyeceğiniz üzere DC veyahut Marvel’ın değil, Kuzey Kore’de 2001’de çıkmış. İlk linkte gayet iyi bir arkaplan anlatısı var, o yüzden detaya girmeye gerek duymuyorum: buyrun Blizzard in the Jungle: (1)(2)(3)


***

[1] Bir önceki oyunda düşmanların adı Los Ganados’tu; o da İspanyolca sürü demekmiş – sürü zombi filmlerinden alışık olduğumuz bir kavram, tek ve kritik bir farkla: bu seride sürü “swarm intelligence” diye adlandırılan bir kolektif zekadan ziyade “hive mind” denilebilecek bir biçimde yapılanmış, zihinler birbirine bağlı ama tepeden gelen bir komutun uzantısı olarak eylemler gerçekleştiriliyor – en tepedeki komut veren ise elbette bir beyaz.

[2] Burada konudan azıcık uzaklaşıp şunu söylemeyi gerekli buluyorum, oyun endüstrisi büyüdükçe bir başka endüstriyi fazlasıyla andırıyor: sinema. Hikaye anlatımı, müzik kullanımı ve diğer bir çok öğe oyun ve sinema endüstrileri arasında ki farkı sadece izleyici katılımına indirgeyen bir boyutta (burada elbette çok satan oyunlar ve Holywood’u karşılaştırıyorum).

[3] Tam bu yazıyı tamamlarken Wikipedia‘da bu kurmaca ülkelerin listesine rastladım, içinde neler var neler.