Category: Çizgi Roman

www.rob389.com ve Nostalji

Uzun bekleyiş bitmiş. Godot’yu bekleyenler bile sıkılıp gittiydi.

***

Seda(=Rob) sabah 10 civarlarında mail atmış, ben şimdi görüyorum, Robinson Crusoe 389’un sitesi en sonunda açılmış (biz sinsi betacılar zaten bir süredir girip bakabiliyorduk, hohoho). Bu websitesinin açılma hikayesi de sanırım başlı başına bir hikaye olabilir (şu oyun ve donanım forumlarında kâdim ve epic olarak adlandırılanlardan). Ben Robinson’a ilk girdiğim günü çok net hatırlamıyorum, ama zaman aralığından eminim, ortaokula, daha doğrusu hazırlığa, başlamışım Almanca notlarım kötü, bir sürü haytayla her gün Alman Lisesi’nde sözde Almanca kursuna gidiyoruz. Tramvaya para vermek istemediğimde (ki tramvaya hep koşarak, kan ter içerisinde yetişmem de o yaza dair hatırladığım az şeyden biri), ya da McDonalds’a gidecek olduğumda (akbilim bitince bana her defasında otobüs bileti veren arkadaşımın ismini de uzun süre önce unuttum), önünden geçerdim. Bir gün de içeri girmiş olmalıyım, on yılı geçmiş. O yaz bir şey aldım mı, hatırlamıyorum. Ama muhtmelen bir şey alacak param zaten yoktu. Fakat sonraları, FRP ve çizgi romanlara ilgim arttıkça daha sık uğramaya başladığımdan eminim, hatta Gerekli Şeyler’e isyan ettiğimi ve Rob’a daha sık uğrar olduğumu hatırlıyorum – Rob’da kitaplar üzerlerindeki fiyatlara satılırken; Gerekli Şeyler’de Amerikan Doları fiyatının yanındaki Kanada Doları Amerikan Doları’na çevrilip satılıyordu, 1/3 bir artış, ama dolar 500-600 bin. Orta 2’de Paul Auster’ın Mr. Vertigo, aldığım çizgi roman veya fantasik edebiyat olmayan ilk kitap herhalde (gerçi kitabın kendisi bir çok fantastik öğe batındırıyor). Taa o zamanlar bir web sitesi fikri çoktandır vardı. Kasanın yanında bir not defterine internet sitesi açılınca bilgilendirilmek için e-postamı yazdığımı hatırlıyorum.

Ben de büyüdükçe, Mr. Vertigo’ya pek de benzemeyen bir şekilde, sürekli bir şeyler yapmayı kafayı koyup da erteleyince, bir yandan Robinson’un websitesi de ilginç bir şekilde hep ertelenmeye başladı. Ben şunu şunu yapayım/okuyayım/izleyeyim/yazayım deyip de bir sürüsünü gerçekleştiremedim, Robinson için de işler pek iyi gitmedi: yıllar boyunca kitapların kapakları tarandı, siteyle uğraşan insanlar işten ayrıldı vs. Her seferinde “Çok yakında site açılıyor” açıklamaları da eksik olmadı. Fakat geçen ay Seda sitenin betasını yolladığında beni kişisel bir korku sardı, şimdi ise site açılmış. E, o zaman, rahatlıkla söyleyebilirim ki foyam ortaya çıktı. Daha da kötüsü bir anlamda bu benim için en sonunda artık büyümüş olduğum anlamına da geliyor mu, tam da üniversiteden mezun olmuşken? Sanırım evet. Maalesef bir kitap karakterine, onun üzerinden de bir devlete benzeşip bir Jameson’cı bir ulusal alegori içinde kendimi bulup avutamıyorum, fakat bir kitaptan ziyade kitapçıya benzemek mümkün değil mi? E ama yazarın öldüğüne inanmıştık?

Resident Evil 5’ten Kuzey Koreli iki süper doktorun maceralarına

Bu yazının çok büyük bir kısmını 22 Şubat’ta yazmışım, şimdi biraz düzeltip bir son ekleyerek yayınlıyorum.

***

Resident Evil serisiyle sanırım ilk olarak serinin üçüncüsünü arkadaşımda oynarken, ya da o oynayıp ben izlerken tanışmıştım (böyle bir oyun oynama konsepti de var(dı): izlemek ya da sözkonusu oyun bilgisayarda oynanıyor ise klavyenin uzak bir köşesine atanan silah tuşuna “bas!” komutuyla beraber basmak). Sonradan bu oyunun hastası olmuş sıra arkadaşım tarafından derslerde taciz edilecek, oyundaki en güçlü yaratık olan Nemesis’in sayıklamalarının taklitlerine maruz kalacaktım (“Starssss” aklımdan hiç çıkmayanı oldu, Aras seni gene saygıyla anıyorum). Seri kısaca, diğer zombi filmleri, kitapları vs. gibi insandan zombiye terfi eden yaratıklara karşı savaşan kahramanların (her oyunda farklı olmasalar bile birden fazla) amansız mücadelesini anlatıyordu. Seri, Street Fighter’dan tanınan Japon oyun üretici Capcom tarafından yapılmıştı ve her Capcom oyunu gibi serideki her oyun rezil seslendirmeler ve iğrenç ötesi bir senaryoya sahipti. Sonradan seri bir üçleme halinde filme çekildi, başrolde Milla Jovovich ve onun kocası Paul W.S. Anderson yönetmen olmak üzere, sinir bozucu bir isim benzerliği;  There Will Be Blood Paul Thomas Anderson ile bir alakası yok. Her film bir öncekinden daha kötüydü. Hele üçüncü film artık tür karmaşası olarak izlenesi bir güzel film, Matrix Revolutions’daki (o da az tırt bir film değildi) Neo vari güçlere kavuşmuş Milla türlü türlü osuruktan pseudo-scientific güçleriyle bullet-time’da hüzün bekçisi bakışlarıyla kah sürgünde kah zombi kafası kopartırken görülebilir.

Oyunlara geri dönecek olursak, ben adam gibi ilk olarak Resident Evil 4 oynadım. RE4 kaçırılan Amerikan Başkanı’nın kızının peşinden İspanya taraflarına gönderilen bir Amerikan ajanınına odaklanan bir hikaye sahipti. Şu ana kadar söylememiş olduğum önemli bir öğesi var bu oyunların, o da oyunların sırtını aksiyondan ziyade daha çok korku temasına dayamış olduğu. Bu oyunlarda karşınıza tek tük mermi çıkar, genelde asla tam olarak iyileşmenizi mümkün kılmayacak kadar az ilk yardım pakedi çıkar, karakteriniz süper hızlı koşup, çok iyi nişan alamaz, belirli sayıda silah taşıyabilir, her yeri göremez, kafası çok hızlı dönmez vs. yani bir bakıma oyun yapısı gereği sınırlı, sınırlandırıcıdır belki de gerilimi yaratan his de budur. Fakat RE4 yeni bir korku mekaniği tanıtmış oldu seriye, o da bu sefer düşman rolünde zombi görünümlü olmayan, İspanyol köylüleriydi, elbette ki bunlar da bir virüs yüzünden bilinçlerini kaybedip sonra da yavaş yavaş zombileşecekler [alegorik okuma ise kaçınılmaz, dünyanın uzak bir köşesindeki çiftçiler/köylüler çok uluslu kâr dışında başka bir şey gütmeyen bir şirketin elinde esir olup kendilerini bile değil beyinlerini yıkayamış olan sistemi ayakta tutmak dışında bir şey düşünemeyecek hale geliyorlar, hmm, kapitalizm?]. Bildiğim kadarıyla RE4 konusu ve konusunu ele alış itibariyle eleştiri almadı. Zombiden çok insana benzeyen zombiler bir “yenilik” ve “gerçekçilik” unsuru olarak övüldüler. Re4’teki Katolik Hristiyanlığı ve gizli Hristiyan tarikatları, Opus Dei, vs. andıran öğeler ise hiç eleştiri görmeden muhtemelen daha sağlam ve korkutucu bir atmosfer yarattıkları gerekçesiyle de sevildiler, kuşkusuz Amerikan dolarının üzerindeki İlluminati gözü, Da Vinci Code gibi saçmalıkların da etkisi oldu.

Şimdi ise kazanlar kaynıyor. Yakın bir zaman içerisinde serinin beşinci oyunu çıktı, adı pek yaratıcı değil: Resident Evil 5. Yukarıda bir önceki oyuna uzun değinmemin nedeni bir karşılaştırma için zemin hazırlayabilmekti; bu defa mekan İspanya’dan Afrika’da hayali, kurgusal bir ülkeye, Kijuju, taşınmış,; kurgusal olmasını özellikle vurgulamak istiyorum- sonra değineceğim. Oyunun sadece demosunu oynamaya fırsat bulabildim, şu sıralar pek vaktim olmadığı için de bir süre oynayabileceğimi sanmıyorum. Her ne kadar oyunu tümüyle bitirmeden oynamış olsam da çok açık bir kaç nokta var: bir tür virüs yüzünden  başkalaşım geçirip zombi gibi gözüken, fakat hastalığın ileri boyutlarında iyice tuhaflaşan siyahî Afrikalılar ve onları kurtarmak için onları öldüren bir beyaz Amerikalı. Bu virüsü yayanlar da, yani yüzlerce güçsüz siyahîyi öldürdükten sonra bölüm sonu canavarı olarak çıkanlar ise elbette diğer beyaz Amerikalılar.

İlk olarak  Wikipedia’ya bakınca oyundaki düşmanların adı olan majini kelimesinin Swahili dilinde kötü ruh anlamına geldiğini gördüm [1]. Swahili dili oyunun geçtiği ülke olan Kijuju’nun olası coğrafyasını biraz daraltıyor, Swahili Kenya, Uganda ve Tanzanya’nın resmi dillerinden biri ve de demografik dağınıklık nedeniyle de, belirtmeme gerek var mı bu dağılma keyfiyetten çok uzak, mülteci popülasyonların sonucu, Orta-Batı Afrika’nın çoğunda konuşuluyor : Burundi, Mozambik, Somali, Kongo Demokratik Cumhuriyeti ve Rwanda diğer belirtilen ülkeler.

Yukarıdaki vidyoyu bir çok vidyo arasından özellikle seçtim, izledikten sonra elbette megafonla bağıran ve sonra hep birlikte saldırıya geçen Afrikalılar dikkatinizi çekmiştir [2].  İzlediyseniz eğer bu son yıllarda Afrika’da geçen filmlerden fazlasıyla alışıkdık bir görüntü, sıralayacak olursam son yıllarda Afrika’da geçen ana-akım filmlerden izlediklerim The Constant Gardener, Blood Diamond, Hotel Rwanda, The Last King of Scotland , Black Hawn Down, Hunting my Husband’s Killers, Shooting Dogs, Tears of the Sun, The Interpreter ve de 24 dizisinin TV filmi ve de son sezonu olan yedinci sezonu (ve hatta Lost’ta bile Mr. Eko vasıtasıyla Nijerya ve çizgi roman evreninden Black Panther’ın kralı olduğu Wakanda, ki bu da henüz gösterime girmemiş olan Wolverine filminde geçiyor) . Hepsi ya soykırıma varan düzeylerde  kollektif bir şiddet (ve bunun uzantısı olarak çocuk askerler), silah, elmas ve uyuşturuc kaçakçılığı, ya da Constant Gardener örneğinde görülebileceği üzere bir epidemik olan AIDS üzerine (bu yüzden RE5’in fazlasıyla bu filmik evrenden beslenip onun içinde yer aldığını  söyleyebiliriz).

Yukarıda vurguladığım kurmaca ülke teması [3] ise son saydığım filmlerde de var, The Interpreter Matobo isimli bir ülkede, 24 ise Sangala’da geçiyor ama iktidardan darbeyle devrilen başbakanın adı da Matobo, ilginç. Matobo ülkesinde konuşulan Ku dili gene Swahili dilinden beslenmekte, Sangala ise hem Burundi’de bir balığın adı hem de Gabon’da bir şehir. Sonuç olarak özellikle Swahili referanslarıyla belirginleşen bir gönderme var, ülkeler her ne kadar hayali olsalar da çok belirgin olarak belli bir coğrafi ve politik bağlamlara işaret ediyorlar. Uzun uzun bu kadar şeyi aslında sadece ufacık bir şeyi söyleyebilmek için yazdım: bir ülke kurgulama eylemi esasında basit ve masum gözükürken esasında bir yandan yaratıcı özgürlük sağlarken bir yandan da yaratıcı sorumluluktan kurtulmak oluyor. Gene referansların hayalî düzleminde yaratılan hayalî ülkeler ise sözde hiçbirini temsil etmeyip hepsinin ortak özelliklerine yapılan referanslarla bir anlamda tüm havzanın temsiline, devletler üstü bir alegorisine dönüşüyor. Herhalde meta-ırkçılık olarak tanımlayabileceğimiz bu eylem asla bölgeyi parçalayan problemlere hakkaniyetiyle de yaklaşmamış oluyor, sadece yavan bir romantizm, filmlerin çoğunun bir yasak aşk hikayesini barındırmaları tam bir muamma, ve hüzün sonlarda karşımıza çıkıyor. Sonuç olarak akılda kalan Sahra altı havzanın kana susamış, politik bir yamyamlık olgusunda hapsolmuş bir temsil. Öyle ki esasında “medeniyet” Afrika’ya hiç uğramamış, sürekli sağlanması için dış yardıma muhtaç.

Bitirirken, keşfetmiş olmaktan saklayamadığım bir gururla, bir çizgi romanı paylaşmak istiyorum. Çizgi roman, bekleyeceğiniz üzere DC veyahut Marvel’ın değil, Kuzey Kore’de 2001’de çıkmış. İlk linkte gayet iyi bir arkaplan anlatısı var, o yüzden detaya girmeye gerek duymuyorum: buyrun Blizzard in the Jungle: (1)(2)(3)


***

[1] Bir önceki oyunda düşmanların adı Los Ganados’tu; o da İspanyolca sürü demekmiş – sürü zombi filmlerinden alışık olduğumuz bir kavram, tek ve kritik bir farkla: bu seride sürü “swarm intelligence” diye adlandırılan bir kolektif zekadan ziyade “hive mind” denilebilecek bir biçimde yapılanmış, zihinler birbirine bağlı ama tepeden gelen bir komutun uzantısı olarak eylemler gerçekleştiriliyor – en tepedeki komut veren ise elbette bir beyaz.

[2] Burada konudan azıcık uzaklaşıp şunu söylemeyi gerekli buluyorum, oyun endüstrisi büyüdükçe bir başka endüstriyi fazlasıyla andırıyor: sinema. Hikaye anlatımı, müzik kullanımı ve diğer bir çok öğe oyun ve sinema endüstrileri arasında ki farkı sadece izleyici katılımına indirgeyen bir boyutta (burada elbette çok satan oyunlar ve Holywood’u karşılaştırıyorum).

[3] Tam bu yazıyı tamamlarken Wikipedia‘da bu kurmaca ülkelerin listesine rastladım, içinde neler var neler.

Hancock (2008, ABD)

Hancock‘ı Temmuz’da sıkıcı bir günde izledim, maksadım izleyip biraz kafamı boşaltmak ve eğlenmekti; fakat sinemadan daha da sıkılmış olarak çıktım. Hancock gerçekten de çok kötü bir film. Ben zaten Will Smith’e katlanabilen biri değilim, I, Robot ve I am Legend iğrenç derecesinde kötü uyarlamalardı (I, Robot‘taki Converse reklamını hala unutamadım, I am Legend üzerine ise bir şeyler yazmayı planlıyorum – bakalım) biraz daha geriye gidecek olursak da Men In Black, Wild Wild West, Independence Day, Bad Boys gibi filmler ve bunlarla yarışabilecek kadar kötü olduğunu düşündüğüm bir şarkıcılık kariyeri de var (Meyami’yi Türkiye’ye sağolsun Vil Simit getirdi). Bakınca esasında çok acı bir şekilde Will Smith’in Sci-Fi oyuncusu olduğuna dair bir izlenim oluşuyor, bu da yazık. Geçen hafta da Will Smith’in Captain America filminde başrol oynayacağı söylentisi çıktı, sonra da yalanlandı. Bir Afro-Amerikalı’nın Captain America rolü için uygun olduğunu düşünmüyor değilim, hoş da olabilir, her ne kadar Captain American’nın gücünü kazanma hikayesi ve bir II. Dünya Savaşı kahramanı oluşu bazı pürüzler çıkartacak olsa da, ama Will Smith’i yıllar boyu taytlar içinde Captain America olarak izlemek bir ceza gibi bir şey herhalde. Will Smith bana maalesef Emrah Ablak’ın “zenci”lerini çağrıştırıyor “yo!”

Ayağı büyük olanın filmleri çok kötü oluyormuş lan!

Ayağı büyük olanın filmleri çok kötü oluyormuş lan!

Hancock’a geri dönecek olursak, tekrarlamak gerek ki, Hancock rezil bir film. İkiye bölünmüş bir yapıya sahip, nispeten birinci yarısı da komik gözüken, daha tempolu ve daha ilgi çekici. Fragmana daha fazla parça vermiş bir kısım da denilebilir (son zamanlarda bu çoğu film ve fragmanları arasındaki ilişki için geçerli, fragmanlar uzun zamandır gerçeği eksik veren fragmanlar). İkinci kısım ise iğrenç mitolojik açıklamalar getiren, boşluklar ve saçmalıklarla dolu bir kısım – tek ilginç yanı fedakarlıkların sekse dönüşmüyor olması, muhtemelen bu filmi çekenler tarafından iyi bir şey adlediliyor, bilemiyorum. Dün ise ufak bir blog sefâsı yaparken, daha çok “right-wing” Amerikan film bloglarında gezinirken, filmin ilk kısmının muhteşem bir alegorik okumasını gördüm. Gene hiç dokunmadan linki vereyim, başka okumalar da var ama herhalde ne kapsamlı ve en iyi okuma bu:

http://kylesmithonline.com/?p=1333

Criminal

Çizgi romanlarda da çok net bir şekilde bir “mainstream” olgusu var. Bunu da genelde herkesin bildiği süper kahraman çizgi romanları oluşturuyor: DC’nin (Detective Comics) Batman, Superman, Flash, Wonder Woman ve Marvel’ın Spider-Man, Iron-Man, Daredevil, Fantastic Four, Captain America, X-Men (Wolverine, Cyclops vs.) herhalde en göz önünde olanları. Ed Brubaker ise bu saydığım çizgi romanlardan Captain America, Daredevil ve X-Men’in (daha doğrusu her ay yayınlanan ondan fazla, bir çok karakterin kendi serisi olduğunu hesaba katarsak, çizgi roman arasından Uncanny X-Men’ in) yazarı. Yani gayet de ana-akım içinde bir yer işgal ediyor. Fakat gene de ben, Ed Brubaker’in çizgi romanlarını hep büyük tasarılardan uzak, daha mütevazı görüyorum. Ne dediğimi iyice ifade edebilmek için muhtemelen biraz konu dışına çıkıp başka bir yazarla ufak bir karşılaştırma yapmam gerek; o yazar da Brian Michael Bendis.

Bendis gene film endüstrisi terminolojisinden “büyük bütçeli prodüksiyon”ların başındaki adama tekâbül ediyor. Cross-event olarak adlandırılan bir çok çizgi romana yayılan genellikle bir yıl civarında süren hikayelerin başında duruyor (Secret War, House of M, hala devam eden Secret Invasion), Marvel evreninin şimdiki zamana uyarlanmış hali olan, böylelikle de herkesin bildiği orijin hikayelerine dönmeyi ve parayı kırmanın en kısa yolu olan Ultimate serilerinin de mimarı. Bu kadar laf kalabalığı etmekti amacım şuydu: Bendis her ay bir çok çizgi roman yazıyor ve gerçekten aldığı kararlar karakterleri değiştiren, tüm Marvel evrenini sarsan kararlar olabiliyor – bu nedenle de çoğu zaman bir çok problemi olan öyküler oluyor. Brubaker’in öyküleri ise çok daha kendi içlerine dönük, tutarlı ve gösterişten uzak. Biraz tartışmalı olabilecek bir konu ise orjinallik olsa gerek. Bence her iki yazar da aslında büyük birer hırsızlar, Bendis fütursuzca oradan buradan araklıyor – Bendis’in Marvel’ın Icon dizisinden çıkan yarı-bağımsız Powers adlı dedektif serisinin bir sezonunda, çizgi romanlarda kendi içlerinde öykülere sahipler, bu bazen “Volume” olarak belirli bir şeyleri ifade etse de genelde bu daha belirsiz ve “story arc” olarak adlandırılıyor, beni çok etkilemiş bir finalin aslında Alan Moore’un Watchmen‘in finaliyle çok benzer olduğun sonradan hatırladım. Brubaker ise öykülerinin neredeyse tümünü dedektif öykülerine, kara filmlere dayandırıyor, gene de kendine has denebilecek kurgu oyunlarına sahip. 

Criminal da, Bendis’in Powers‘ı gibi Marvel’ın Icon şirketine bağlı ve bu nedenle de daha bağımsız bir çizgi roman. Criminal gerçekten de anaakımın dışında gözükebilecek bir çizgi roman, içinde hiçbir süper kahraman yok ve öykülerin merkezinde de suçlular duruyor.  Tahmin edilebilir bir şekilde çok yoğun bir biçimde kara filmlerden, ucuz detektiflik romanlarından hem kurgusal yapıları hem de kadın-erkek ilişkilerini, suçluların dünya görüşlerini de alıyor. Sadece ırklar konusunda işler eskiye oranla biraz daha “renkli”, yeterince değil bana göre de gene de yazarını bu konuda suçlamak herhalde abes kaçar. 

Criminal

Criminal #1 - Sayfa 20

Şu ana kadar 13 sayısını okuduğum çizgi romanın son üç sayısı ya da v2’nin ilk üç sayısına rahatça “gerçekten çok iyi” diyebilirim. Serinin ilk başlarında aldığı övgüler bana göre çok da anlamlı değil, her ne kadar Brubaker’a özel bir tat olduğunu kabul etsem de hikaye o kadar ahım şahım değildi, ilk başlarda beni etkileyen kara mizah da çabucak kayboldu. Gerçi çizer Sean Phillips çok başarılı ve insanı öyküye çekiyor. Neyse, bahsettiğim üç sayıda kesişen hikayeler klişesiyle özetlenecek bir durum var. Öncelikle ilk on sayıda sadece gösterilen kimi karakterlerin geçmişleri sunuluyor. Her sayıda bir karaktere odaklanılan bu öykülerde son başlarda düşünülebilirken, diğer ikisinde bilinmesine rağmen heyecan ve okuma hissi kaybolmuyor çünkü karakterler olaylara ve birbirlerine, özünde bir aşk üçgeni olan bir hikaye, çok iyi örülmüş durumda. Üçüncü sayının sonunda bittiğinde kafamda her şeyin birleşmesinden ziyade, daha çok bu kopuk ve eksik hikayenin tam olarak neyi temsil ettiğini daha iyi anlayabildim. Dediğim gibi, fazlasıyla basit olan çok fazla öğe var: siyahî babanın çocuğunun patronun oğluyla kanka olması, aynı kızdan hoşlanmaları, kızın sonradan “kötü yola” düşmesi, bir sürü tanıdık replik, tanımadık repliklerin de (aşağıdaki gibi) gene janra tam oturmaları vs. vs. Gene de Brubaker’in kurguya kattığı bir iki müdahele işi çok güzel bir hale getiriyor. Umarım gelecek öyküler de bu kadar başarılı olur.

-My pussy is a deadly weapon

2008 – Eisner

Eisner ödülleri, ya da gazeteci üslubuyla ifade edecek olursak “Çizgi Roman dünyasının Oscarları kabul edilen” Eisner ödülleri (ismini türe, hatta rahatlıkla diyebilirim ki bu sanata, kattıklarından dolayı Will Eisner’dan alan) verilmiş.

Beni mutlu eden başlıca ödüller şunlar oldu: geçtiğimiz aylarda süper bir finalle biten Y: The Last Man devam eden en iyi seri dalında (en büyük ödül bu oluyor, Dc’nin daha yetişkinlere yönelik Vertigo “imprint”inden çıkan bir çizgi roman için çok iyi tabi), Eric Powell The Goon ile gene en iyi mizah yazarı/çizeri ve The Goon’‘un özel bir sayısı olan Chinatown ile de (çevirmesi çok kasar) “Best Painter or Multimedia Artist (interior art)” ödüllerini, detay, incelik ve titizlik manyağı Chris Ware Acme Novelty Library’ nin 18. sayısıyla (daha eski sayılardan biri olan Jimmy Corrigan’a bir şekilde bakılması kesinkes gerek) en iyi yazar/çizer ödülünü almışlar.

En güzeli ise Ghost World adlı süper filmin, esinlendiği aynı adlı çizgi romanın, buradan çok iyi bir eleştirisini okuyabilirsiniz, yazarı/çizeri Daniel Clowes’un The New York Times Magazine‘de yayınlanmış kısa öyküsü aynı dalda en iyi ödülünü almış. Çizgi romanı The New York Times adresinden indirebilir ya da online olarak okuyabilirsiniz:

http://www.nytimes.com/2008/02/16/magazine/funnypagesClowes.html

Ayrıca gene farklı iki ödül kazanmış iki farklı çizgi romanı da şu adreslerden okuyabilirsiniz, ilki Buffy’nin yazarı/yaratıcı Joss Whedon’dan:

http://www.myspace.com/darkhorsepresents?issuenum=1&storynum=2

http://pbfcomics.com/

iyi okumalar!

© 2024 Belki

Theme by Anders NorenUp ↑