Happy-Go-Lucky (2008, Mike Leigh) ve biraz Cronenberg, Haneke ve vs.

Maalesef izlediğim ve dinlediğim bir çok şeyi ilk denediğimde beğenmeyip, reddediyorum (çoğu kitapla ilişkim genelde bir kapaktan öbür kapağa gidene kadar birden fazla gün ve mekanda sürdüğünden üzerine düşünmeye fırsatım oluyor, bu reddetmeyi de yaşamıyorum). Haziran 21’de Amsterdam’da, gittiğim her şehirde sinemaya gitme gibi bir çabam var, izlediğim Happy-Go-Lucky de maalesef bu saçma itilmeyi yaşadı; bilmiyorum belki beni o esnada konuk eden Lülü’ye kurmaya çalıştığım karanlık, İngiliz işçi sınıfı hikayelerini çok başarılı çizen Mike Leigh figürüne kendimi kaptırıp (çok merak ettiğim diğer filmler gibi hakkında bir şeyler izlememe takıntısının sonucuyla) tamamen karanlık ve koyu kıvamlı bir film beklentilerle gittiğim sinemada bu “komik” filmi fazlasıyla yadırgadım.

Fakat üzerinden zaman geçtikçe filme yavaş yavaş ısınmaya başladım (öncelikle, itiraf etmem gerekiyor ki, kafamda filmi ve filmi izlerken her aptal espriye anıra anıra gülen seyircileri ayrıştırmam sanıyorum bunun yolunu açtı). Sonra film üzerine röportajlar izleyince Sally Hawkins’e hayran oldum, o kadar ince ve detaylı bir oyunculuk ki farketmem için aylar geçmesi gerekti, ya da ben salağım. Geçen gün filmden parçaları yeniden izleyince ise son kararımı verdim Mike Leigh belki de yaşayan en iyi oyuncu yönetmeni ve film çok iyi. Öncelikle bu tükürdüğümü yalama nedeninin altında yatan neden zaten filmi sevmemin nedeni, filmin ve Sally Hawkins’in başarısı esasında. O da Mike Leigh’in oyuncuları üzerinden, samimi söylüyorum!, klişe kalıpların işaret ettiği gerçekliğin ve inan ötesinde adeta somut bir dünya yaratmasından kaynaklanıyor. Oyuncularla toplanıp karakterlerin ve karakterler arası ilişkilerin üzerinden uzun uzun geçen, karakterler üzerine filme girmeyecek bir çok hikaye yaratan bir çalışmanın sonucu bu. Okuduğum bir yazı ise kafamda bu filmin Mike Leigh’in filmografisinde nasıl bir yere oturduğunu netleştirdi, yazıda tek bir cümlede bu filmin “yin” olan Naked’ın “yang” olduğunu söylüyordu. Esasında her ne kadar alışması zor olsa da bu güzel ve önemli bir hamle.

Benzer bir tartışmayı Cronenberg üzerinden de yapmıştım, Cronenberg’in artık eskisi gibi “b-movie”lere göz kırpan, yoğun plastik efekt destekli, bilim-kurguya sızan filmlerinin yerine hikayelerinin tekinsiz kısmını gerçek hayatta arayan, ki bu arama meselesi önemli olan, filmler çekiyor – yani fantastik, gerçek-dışı korkunun yanına gerçeğin tekinsizliğini eklemliyor. Bir anlamda şaşırtıcı olmaktan çıktığı zaman sadeleşerek şaşırtıyor bu sefer. Bence bu dönüşün izlerini Crash‘ten, belki de Dead Ringers’tan, itibaren ufak ufak görmek, karanlık olan gittikçe günlük hayatın içinde olmaya başlıyor bu dönemdeki Cronenberg filmlerinde (Spider‘dan itibaren iyice belirgenleşen bu değişim genelde son iki Cronenberg filminde, The History of Violence ve The Eastern Promises, iyice görünür ve eleştirilir olmaya başladı). ExistenZ her ne kadar ilk bakışta buna ters gözükse de, filmin sonu esasında tam bir kabus: filmin sonunda meğerse her şeyin bir sanal gerçeklik oyunun parçası olduğu ortaya çıkıyor, oyun(yani film) boyunca birbirlerinin kuyusunu kazan karakterler kazananı tebrik edip, el sıkışıyorlar – esasında sahne çok tuhaf bir şeye işaret ediyor, bu hamleyle birlikte film bir anlamda bitiyor (bu sahne bir anlamda bazı filmler bittikten sonra jenerikler akarken yapım aşamalarını, yapım hatalarını gösteren parçalarla örtüşüyor), yani filmin ilüzyonu dağılmasına rağmen film devam ediyor. Seyircinin bütün film boyunca gerildiği, korktuğu durumlar, sevdiği/sevmediği karakterlerin film tarafında da reddini görmek esasında filmin en rahatsız edici hamlesi.

Gene buradan Haneke’nin seneler önce yatakhanede bir kaç kişi dürüm yemek yerine VCDsini izlemeyi tercih ettiğimiz Funny Games‘ine atlamak mümkün. Film boyunca temiz giyimli, düzgün ağızlı iki psikopatın kural tanımazlıkları film evrenine filmin sonlarında yapılan geri sarma müdahelesiyle taşınıyordu; burada da çok kilit bir çelişki var: bahsettiğim müdahele seyirciye artık hiç bir kural kalmadığı sinyalini verirken, bir yandan da aynı müdahelinin sadece film evrenine özgü olmasıyla da seyirciye gene izlenilen şeyin bir film olduğu hatırlatılıyor; yani, artık korkunun sınırı yok ama bu sonuç olarak sadece bir film. İlk başta bizi çok etkileyen bu film sonradan Haneke’nin diğer filmlerini görünce bende başka hisler uyandırdı. Artık Haneke’den neredeyse hiç hazzetmiyorum, izleyicisini aşağılayan, onu sindiren, saygı duymayan ve kendini çok beğenen bir tarafı var Haneke’nin. Bir kere bu tavır bence bir yönetmene uymuyor, bir yazar belki bunu bir nebze başarabilir ama film ne olursa olsun bir endüstri, Haneke beğenmediği o insanların fonlarıyla çekiyor o filmi. Hatta resmen bir yamyamlık olarak nitelendirilebilecek kendi filmini, yani Funny Games’i, yeniden, bu sefer Hollywood için (ilk defa) İngilizce olarak, çekmesi de bu çelişkinin bariz bir örneği.

Haneke, olduğu yerde seker, yeni bir açılım yapamaz hatta kendi kendini yeniden üreterek kurduğu her şeyi yıkarken Leigh ve Cronenberg bence doğru bir hamle yapıp değiştiler. Belki Haneke de değişmek, Hollywood’a girmek ve New York entellektüellerince Starbucks’ta tanınmak istiyordu, bilemiyorum. Ama Leigh ve Cronenberg gerçekten hakkıyla işi kotardılar. Açıkçası Cronenberg’in The History of Violence‘ını The Eastern Promises’ dan daha başarılı buluyorum, ki esasında bir çizgi roman uyarlaması olduğunu, çizgi-roman önyargısı olan insanlara önyargım var, biliyor muydunuz? Bence değindiği noktalar daha sağlam ve tutarlı. Happy-Go-Lucky ise Leigh’in gerçekten bir usta olduğunun kanıtı, bütün filmografisine yeni anlamlar ekleyen, eski filmlerinin duruşu sağlamlaştıran  bir film.

6 Comments

  1. terli

    spoiler dünyasına iki yıldız bahşetseydin.

  2. belki

    Ya şimdi sen bu filmleri izleyene kadar benim yazdıklarımı zaten unutmuş olacaksın, eğer unutmazsan bunu yazımın kuvveti olarak algılayıp kendimi şımartacağım. Herhalukarda zaten adi biriyim.

  3. d.

    ben haneke yi üçüncü seçenek bırakmadığı için sevemiyorum. ya burjuvasın ya değilsin, bir yere ait olmak zorundasın, seçimini yap.

  4. yaqari

    Leigh ve Cronenberg ile ilgili fikirlerinize katılıyorum, Cronenberg özellikle Spider ile kendisini iyice aştı.

    Haneke’ye oturduğunuz koltuktan bu kadar rahat dil uzatmanızı ise açıkçası ayıpladım.

    Sinemanın bir endüstri olması (bana kalırsa edebiyat da bir endüstridir orası ayrı) noktasından başlayıp, izleyiciye saygı duyulması gerektiği ve yönetmenin kendini beğenmişliğine uzanan eleştirileriniz bana kalırsa Haneke’nin durduğu konum itibariyle neresine taksanız durmaz, ayrıca bir yönetmeni tümden gelim ile eleştirmek için başlangıç noktaları olarak pek uygun değiller.

    Haneke’ye özgü sinema dilini sert olduğu ve seyirciyi rahatsız ettiği gerekçesiyle eleştirdiğinizde, Salo’yu, Begotten’ı direk çöpe atıyorsunuz demektir.

    Seyirciye saygı duyulması gerektiği ise son derece subjektif bir nokta, ben açıkası Haneke izlerken getirdiği eleştiriler (aile ve bireyin yalnızlığı bkz.Benny’s Video) ve dokunduğu noktalar itibariyle (Fransızların Cezayir konusundaki iki yüzlülüğü bkz.Caché) seyirciyi uyandığı uykudan uyandırmaya çalışan, izleyicisine saygı duymasa da önemseyen bir yönetmen görüyorum, sonuçta sinema bir hikaye anlatma sanatıysa, Haneke’nin anlattığı hikaye çok çok önemli.

    Amerikan vatandaşlarının sadece yüzde 8’inin pasaport sahibi olduğunu ve kendi kıtaları dışında ejderhalar yaşadığını sandığını kabul edersek, Haneke’nin eleştirdiği konuların neredeyse kalesi konumundaki kıta için bir versiyon çekmesinden daha mantıklı birşey olamaz, kaldı ki cut-by-cut birebir aynısını çekmiştir, popülizm peşinde koşsa başka birşey çekerdi diye düşünüyorum. Burada endüstri eleştirisine karşı Haneke’nin filmlerinde müzik kullanmadığını hatırlatmakta fayda var.

    Kendini beğenmiş olduğu konusuna hiç girmeyeceğim, her yönetmenin büyük bir ego olduğu konusu çok açık.

    Haneke ile ilgili film as catharsis makalesinde yer alan, kendi dilinden bir alıntı ile noktalıyorum.

    “My films are intended as polemical statements against the American ‘barrel down’ cinema and its dis-empowerment of the spectator. They are an appeal for a cinema of insistent questions instead of false (because too quick) answers, for clarifying distance in place of violating closeness, for provocation and dialogue instead of consumption and consensus.”

  5. belki

    Pek muhterem Vaqari beyciğim,
    bundan sonra bloglarımı ayakta yazacağımı ifade ederek başlayayım: ben sert ve rahatsız olduğu için eleştirmiyorum Haneke’yi,, yukarıda da böyle bir şey demedim ne çağrıştırdı öyle birşey anlayamadım, ama bu konuda bir şey diyecek olsam bunlardan başka bir şey yapabildiğini düşünmüyorum. Haneke’yi belki eleştirmek için doğru yerden başlayamıyorum çünkü bana göre nereye elimi atsam dağılıyor. Caché’nin tüm belirsizliğiyle bir yere açılamayaşı bana maalesef başarısız geliyor, filmin sonunda Cezayirli ve Fransız çocuğun jenerik akarken konuşmaları detayı bana bir şey ifade edemiyor ki bu sahne gerçekten farkedilmesi zor bir sahne; demek istediğim Haneke dikkat çekmeyi istiyor ama karşılığında verdiği şey bence güzel, somut veya catharsis yaratan bir şey değil. Haneke’yi hiç beğenmeyen biri bence şiddet pornosu, snuff diyebilir ve çok da haksız olmaz. Müzik konusunda ise Funny Games’in John Zorn kullandığını biliyorum mesela.
    Funny Games mevzusunda ise, tamamen aynısını çekmesi bence esasen problematik olan, bir örneğimiz var bu konuda: Gus Van Sant’ın Hitchcock’un Psycho’sunu yeniden çekmesi – noktasını virgülüne yeniden dokunmadan. Bir yönetmenin kendi eserini yeniden çevirmesi bence ne olursa olsun kabul edilebilir bir şey değil, yamyamlık derken referansım direk Fredric Jameson’a idi: “the cannibalization of all the styles of the past, the play of random stylistic allusion, and in general what Henri Lefebvre has called the increasing primacy of the ‘neo'” (Postmodernizm kitabından). Ha Amerika’lıların pasaportsuz da oraya buraya gidebilmeleri pasaport sahibi olmamalarını açıklayabilir bence. Amerika’lıları uyandırmak için filmi yeniden çekmek ise sana mübah gelebilir Cihan’cığım, ben söyleyecek bir şeyi olmamak olarak görüyorum. O kadar istiyorsa Funny Games’in orjinalini ‘public domain’e bırakır, archive.org’a falan yükler, bu filmin izleyeceği insandan daha fazla insana ulaşırdı – ki bunu daha önceden de konuşmuştuk. Sinemaya parasını veren insan bu eleştirinin adresini olduğunu zaten düşünmeyecektir; bunu eskinin “caponsever”i şimdinin “bir takım dış mihraklar”ı sözlükte de söylemiş (altındaki entaride de benzer şeyler var):
    http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=13402989
    Tüm bu saygı duymama mevzunu Haneke’nin tadını kaçıracak miktarda sarfettiği “slap to the face” cümlesiyle anlamlandırıyorum. Seyircisini cezalandırmaya, yola getirmeye odaklanmış biri bu en nihayetinde; ben de bu tavrı ciddiye almıyorum – nasıl sürekli bağıran, azarlayan dedelere “hı-hı evet evet” yapıyorsak ben de Haneke beye öyle bakıyorum. Haneke’de oraya buraya siyahlar içinde karanlıklar prensi pozları versin, Saruman gibi bir herif.

  6. yaqari

    Haneke mevzusunu 15 yıl sonra da tartışacağımıza ve uzlaşamayacağımıza eminim. Herkes istediği yönetmeni sevmekte özgür elbette ama ben sadece haksız şekilde eleştirilmesini onaylamıyorum. Bir yönetmeni ya da insanı sevmedikten sonra göze Saruman gibi gelmesini de anlıyorum, ağzıyla kuş tutsa Haneke sana yaranamaz Ali’ciğim. Lafı fazla uzatmayayım.

    Caponsever’in argümanlarını da inandırıcı bulamadım, sokakta zor durumda olan birine yardım etmeme durumu ve Haneke’nin sinemasını “burjuva” kavramına indirgeyip, burjuva kelimesinin adreslediği ya da bu konuda üstüne alınan kişinin olmamasının, Haneke sinemasını değersizleştirmesi süper mantıksız. İzleyicinin filmi okuma şekline bu kadar takmaktansa, yönetmenin işlediği konulara bakmak biraz daha aydınlatıcı olabilir. Hiç bir sinemacının bu kadar spesifik hedefler belirleyerek sinema yaptığını sanmıyorum, sinema eşit değildir metin olduğu için kelimelere çok da takılmamak gerekir.

    Sevmiyosam sevmiyorum deyin kardeşim alala.

    ps 1: John Zorn ve Handel’i Funny Games’in jeneriğinde kullanmıştır, filmin içerisinde değil. Jenerikte de müzik olsun izin verirsen, sonuçta sinema da endüstri.

    ps 2: Gus Van Sant’ın Psychosu tam remake sayılmaz, açıkça gay remake’dir hehe.

    ps i love you.

Leave a Reply to terliCancel reply

© 2024 Belki

Theme by Anders NorenUp ↑